Bu oyuna ancak iki hafta önce gidebilmiş olmama rağmen ancak şimdi yazabiliyorum.
Marx’ın Dönüşü beni heyecanlandırdı. Dönmedi oysaki ideolojik anlamda. Hep vardı çünkü bir yerlerde.
Teorik olarak söylediği bir gerçekti: Kapitalizm krizlerden beslenir. Fakat Genco Erkal’ın da en tatlı Marx haliyle söylediği gibi, Marx kapitalizmin bu kadar dönüşebileceğini, her türlü kılığa girebileceğini tahmin etmemişti. Onu çok ciddiye almıştı belki. Onun bir palyaço olduğunu görememişti.
Dönüştürdü. Tropa de Elite’deki polislerin de kanıtladığı gibi polis bu sistemi öğrenir, yoz sistemi. Sistemde bazı boşluklar vardır. Bu boşluklar kapitalizme karşı kullanılabilir. Herkes bunu yapabilir. Ama sistemin bir parçası olmadan yine sistemin ürünleri olan bu boşluklar kullanılamaz.
Tiyatro oyunu üzerine yazmak bana düşmez. Ama izin verin, Genco Erkal’a ne kadar hayran olduğumu binlerce defa söyleyeyim. Yıllar önce (2003 sanırım) Boğaziçi Üniversitesi’nde izlemiştik onu: “Memleketimden İnsan Manzaraları”. Kendimi kaybetmiştim. Nazım’ı kalbine ve zihnine işlemişti. Çok zayıftı. Çok çevikti. Çok güçlü bir hitabeti vardı ve üstüne üstlük binlerce insandı memleketimden. Ve ben bir küçük burjuva olarak onun sanata kendini adayışı, sanatın içinde eriyişi önünde saygıyla eğiliyorum. Gerçekten, doğrudan, katıksız sevdiğim bir oyundu. “Marx’ın Dönüşü” gibi.
Marx’ın dönemini, Londra’da yaşadığı Soho’yu, eşini ve kızlarını, dönemin düşünürlerini, anarşist Bakunin de dahil anlattı bize Genco Erkal. Yaşadığı sefalette ona her yönden destek olan, sihirli elleriyle Marx’ın yazılarını temize çeken, anladığım kadarıyla biraz da aristokrat bir ailenin kızı olan eşi Jenny… Genco Erkal Marx’ın Jenny’nin eleştirilerine, onun varlığına ne kadar ihtiyacı olduğunu en doğal haliyle anlattı, öyle ki Jenny ve Marx yine Jenny ve Marx’tı ama Türkçe konuşsalar aynen bu cümleleri kullanırlardı. Jenny öldükten 15 ay sonra Marx’ın ölmesi boşuna değil diye düşündüm bunun üzerine. Jenny Marx’ın sade konuşmasını, sade yazmasını istiyordu. Onunla tatlı tatlı alay ediyordu ama onu geliştirmek için çabalamaktan asla vazgeçmiyordu. Yeri geldiğinde Marx’ı eleştirileriyle kışkırtıyordu.
Marx’ın artı-değer teorisine dair makalesini en sevdiğim hocam Mine Eder okutmuştu bize. Politik Ekonomi dersinde. Okumuş, anlamış ve etkilenmiştim. Sonra her zaman inanmam gereken, doğruluğu genel-geçer bir teori olarak hem sarhoşken, hem değilken savundum fikirlerini. TKP’li arkadaşlarım oldu ama Marx başkaydı. Rahat bir yaşam sürüyordum ama Marx başkaydı. Hep mütevazı olmak istedim, olamadım ama Marx başkaydı. O en sevdiğim romanın yazarı gibi, en sevdiğim şair gibi hep özeldi. Benim için Marx öyle ya da böyle geri dönecekti. Rusya’da fikirleri uygulanamamıştı tam olarak, Marksizm Marx’a denk değildi, Genco Erkal’ın da altını çizdiği gibi. Belki zayıf bir ışığı yansımıştı Marx’ın o sisteme. Ama kim öngörebilirdi o eğitimli ve güzel insanların kapitalizmin rüzgarından nasibini alarak göç ile sağa sola savrulmasını? İnsan tüccarlarının komünist sisteme ait bireyleri pazarlanacak metalar haline getirdiği bir dünyada yaşıyoruz. Eskiden inanılan bir sistemin çöktüğünü ve yeni sistemin acımasızca mağdurların yüzlerine sırıttığını biliyoruz. Bir iki insan ticareti mağdurunun hikayesini okumak yeterli olacaktır bunu anlamak için. Ve Sovyetler Birliği’nde uygulanan sistemin çökmüş olması demek Marx’ın çökmüş olması demek değil. Marx her ne olursa olsun, hala fikirlerini duyuruyor, varlığını hissettiriyor. İnsanı bir durup düşündürtüyor ve insana en çok ihtiyacı olan o duyguyu veriyor: “Sen insansın, insanlığından ne olursa olsun asla ödün verme.”
Şimdiki Zaman ve Marx
İnsana kendisini meta gibi hissettiren, hislerindense otomatik işlev yapma yeteneğini ve kendini satma çabasını kullanan bu sistem, hayatımızın çoğunu aslında maruz kalmayı istemediğimiz birçok şeye maruz kalarak geçirmemize sebep oluyor. Stres, geçim sıkıntısı, tepemizde olanların bize yaşattığı “Sen bana para ve itibar kazandırmadıkça ben seni neden düşüneyim ki?” tavrı. Bir bakıyorsunuz koca bir şehirde, koca bir şirkette, koca bir sistemde yalnızsınız. Ve sırtınızı yaslayacağınız bir aileniz yok. Tek güvenceniz sizin satacağınız emek. Eğer emeğinizi yeterince (sistemin belirlediği kurallar dahilinde) satarsanız, siz de bir gün çok iyi bir yerde olacaksınız, sadece 3-5 sene sabredin. Bu arada da insanlığınızdan ödün vermek zorunda değilsiniz. Sadece sağlığınızdan ve biraz da ruhunuzdan ödün vermeniz yeterli olacaktır. Sosyal duyarlılık her zaman için farkında olacağınız bir yön olmasa da, bunu da tatmin etmeniz parasal yardımlarla kolaylaştırılmıştır.
Siz eğer bu şekilde yaşıyorsanız en takdir edilecek şekilde yaşıyorsunuz demektir. Bu bir gerçek. Çünkü bu büyük sabır ve büyük ödünler gerektirir. Çünkü bu doğanıza aykırı davranmayı ve gelecek için bugününü sonuna kadar gözden çıkarmayı gerektirir. İşte bu da hayattır. Bize sunulan hayat.
İnsanlar para kazanamıyorlarsa benim gibi mesela, kendilerini sorgulamaya başlarlar. Nerde hata yapıyorum? Galiba bazı eksiklerim var. Dilim eksik, bir de deneyimim. Biraz daha geliştirmem gerekiyor kendimi. Yeğenime de söylediğim gibi bu sorgulamalar sağ omzumdaki meleğe aittir.
Şeytan der ki: En iyi okullarda okudun, sunumun gayet iyi, yabancı dilin gayet akıcı ve üstüne üstlük insan gibi bir insansın. Fakat hiç görmek istemediğin bir muamele görerek çalıştırıldığın halde para kazanmıyorsun. Paranın tek değer olduğunu düşünmediğin halde geçimini sağlayacak parayı da kazanamıyorsun. Stajyer olmanı kabul edebiliyorum ama insanların seni sonuna kadar en ucuz şekilde kullanmaları ve sana kattıkları tecrübenin karşılığında da sana artı-değer kattıklarını söyleyerek, aslında seni kıymetlendirdiklerini savunmaları sence ne kadar adildir?
Sonra diyor ki melek: Sabretmen gerekiyor. Hep rahatta yaşadığın için sabretmek nedir bilmiyorsun. Çünkü her şey sana hazır sunuldu. Hiç sıkıntı çekmedin. Artı-değer’i bırak bir kenara. Bugünün düzenini düşün. Sen talepkar olacaksın elbet, ama eline güç geçince. Sen boynun bükük durmayacaksın elbet, onlara kendini kanıtlayınca. Sana muhtaç olacaklar elbet, sen oranın bir parçası olunca. Sana ihtiyaçları var ama sadece biraz daha sabretmelisin.
Şeytan der ki: Senin muhtaç olmadığını anladılar. Bir yere götürdüklerinde ne içtiğinden ne yediğinden sorumlu bile hissetmiyorlar. Neden hissetsinler? Neden sana ekstra para versinler? Karın tokluğuna çalıştırıyorlar. Seni değerinin altında göstererek hafife alıyorlar. Biliyorlar ki sen burada kaldığın sürece onlardan bir beklentin var ve bu beklentiyi gerçekleştirmek için de sonuna kadar gitmeye hazırsın. Onlar da sana sonuna kadar ödememeye hazırlar. Göçmenlere yardım mı etmek istiyorsun? O zaman bu sosyal hizmet için kendinden, zamanından, parandan ve sağlığından ödün verebileceğini onlara kanıtlamalısın. Aynı bir asker gibi, vatanın için bir hiç olduğuna inandırmalısın ya hiyerarşide bir insancık olarak kendini. Burada da kanıtla aslında bu iş uğrunda ve bu kurum adına bir hiç olduğunu.
Melek diyor ki sonra: Her şeyi çok negatif yönden görmeye alışmışsın. Herhangi bir uluslar arası kurum standartları gereği uzun süre staj isteyecektir. Fakat eğer bir işe alınırsan her yönden rahat edeceksin inan bana. Biraz daha tahammül et, tahakküme, biraz daha sabret, yüzdün yüzdün kuyruğuna geldin. Bundan sonra ancak onlar sana karşı yanlış bir adım atabilirler. Çünkü sen elinden geleni yaptın, iyi niyetin, çalışkanlığın, dürüstlüğün, karakterin ile kendini defalarca kanıtladın. Ağır ve olgun bir insansın ama bunu iş hayatında da profesyonel bir şekilde kanıtlaman gerekiyor. Unutma “Bu duygusal değil, sadece iş.”
Şeytan der ki: Seni kullandılar. Sen de buna izin verdin. Sana “akşam yemeği paranı vermedik” dediklerinde “gerek yok” dedin. Sonra da onları şikayet ettin.
Şeytan ve Melek der ki: “Hem mutsuzum diyorsun, şikayet ediyorsun hem de orda kalmaya devam ediyorsun. Üstüne üstlük hakkını da aramıyorsun. Bence sen ikiyüzlülük ediyorsun. Ne istediğini açıkça sen söylemelisin, diplomatik bir dille. Sabrediyorsan sabrediyor gibi davran. Sabretmiyorsan çek git. Şikayet ediyorsan onlara söyle. Etmiyorsan devam et ve bekle.”
Şeytan ve Meleğin hemfikir olduğunu gördüm sonunda.
Ama dedim ben hem ağlar hem giderim.
Ama dediler “Bu iş”
Şeytan dedi: “Bu iş diyerek seni insanlıktan çıkarıyorlar.”
Melek dedi: “İnsanlıktan çıkmadan da işini yapabilirsin.”
Meleği dinlemek isterdim ama onu dinlemek için şeytana da kulak vermem gerekiyordu. Çünkü eğer çevrenizdeki insanlar melek değillerse onlar da sadece insanlarsa onlara durumunuzu açıklamanız gerekir. Onlardan empati kurmalarını beklemek yanlış olacaktır. Eğer empati kurmalarını talep ettiğiniz halde, kurmazlarsa o zaman karar verme şansı elinizdedir işte. İkircikliliğe ancak o zaman gerek kalmaz. Şimdi karar verme fırsatının elinizde olmadığından yakınırken bir de göreceksiniz ki aslında siz elinizden geleni yaptığınız için içiniz rahat yolunuzda ilerliyorsunuz.
Hayat bu işte.
Size hayatı sizden fazlasıyla çalarak öğretir bu sistem. Ve Marx haklıdır. Ama benim kriz zamanında ekmek param bir kenardadır, Marx bir kenarda. Benim sabredişlerim bir kenardadır, Marx’ın hak aramaya dair hissettirdikleri bir kenarda. Benim sessizliğim bir kenardadır, Marx’ın isyanları bir kenarda.
Eğer sadece dini dinleseydim sabrederdim ama hakkımı yiyenler olduğunu söyleyerek onları öteki tarafa havale ederdim. Fakat o zaman da çok edilgen ve aptal bir rol edinmiş olurdum. Okuduklarımın boşa gittiğini görürdüm. Eğer bir bilgiye akıl yoluyla ulaşabiliyorsan dine sığınmaktan kaçmalısın, bunu hepimiz biliyoruz. Eğer dini hesaba katarak bir kanıya ulaşıyorsan yine akıl yoluyla o alanda savaş verebilirsin. Çünkü bu hayat işte o hayat. Her yol mübah. Fakat ne aklını sustur ne duygularını. Ne insanlığını öldür ne başkalarının kalbini kır bunun için. Uçup giden zamana üzülme yeter ki. Sana bir şeyler katıyor elbet. Katıyor katıyor. Birçok şey alıp götürse de.
Tecrübeler bir yanadır, Marx bir yana. Ama Marx olmasa inanmazdım insanlığa, göçmenlere dair bir şeyler yapmak istediğime. O olmasaydı inanmazdım emek veren ellere. O olmasaydı inanmazdım gözlerimin bozulması gerektiğine. O olmasaydı bilmezdim nasıl yaşamamız gerektiğini ve o yaşamdan ne kadar uzak olduğumuzu. O olmasaydı anlamazdım annemi biraz daha iyi bir şekilde. Fakat hayat bir yana gönlümde taht kuran Marx’ın söylevleri bir yana.
Sistemdeki boşluğu sisteme karşı kullanmaktan başka çarem yok benim de Tropa de Elite’deki askerler gibi. “Yürek değil çarıkmış bu manda gönünden/Teper paralanmaz taşlı yolları.”
Tüm yüreklilerin önünde saygıyla eğiliyorum. Tüm sabredenlerin. Ama Tekel işçilerinin de önünde saygıyla eğiliyorum çünkü onlar “insanlık bir yana biz bir yana”, demediler. Üstüne üstlük bunu düşünmek için Marx bilmeye gerek de yok. İnsanca yaşamayı istemek yeterlidir.
Yorumlar
Yorum Gönder