Geçmiş zamanlardan bir lise defterim var, Remzi Baykaldı Edebiyat Hocamız sağolsun bana edebiyatı sevdirdi. Benim edebiyata olan inancımı arttırdı. Her zaman onu severek ve hayranlıkla dinlerdim. Çok güzel bir el yazısı vardı. Eleştirdi mi güzel eleştirirdi, doğrusu ile eğrisi ile görürdük kendimizi her yazılan kompozisyonun sonunda.
İşte ondan kalan en sevdiğim büyük çizgisiz Edebiyat defterim ve bu defterin başına Aydan Hanım tarafından yazılanlar:
Şahizer Canım,
Sen her zaman herkese iyi davrandın ve öyle yapmaya da devam edeceksin sanırım. Bu aslında çok güzel bir huy ama lütfen kendine dikkat et ve insanlar senin iyi niyetini suistimal etmesinler ve seni üzmesinler. O zaman ben de üzülürüm. Beni üzme tamam mı canım?
İnatçı Keçi Aydan
21.12.1999 Salı
Şimdi aynı defterden size en ilginç bulduğum ve sevdiğim hikayeyi (aslında gerçek bir olayı) aktarmak istiyorum. Neden ergenliğime döndüğümü sormayın, aslına bakarsanız sil baştan yaşamadan önce ben geçmişe dönmenin gerektiğini düşünüyorum. Geçmişe dönünce insanın hangi şemayı takip ettiğini ve hep hangi noktalarda tökezlediğini tespit etmek çok zor olmayacaktır. Ama maalesef günümüz insanının hele İstanbul'daysa pek de düşünmeye vakti olmaz. Tartmaya vakti olmaz. Fonksiyonel olan ne varsa veya pragmatik, onu seçer. Çünkü sonuca giden en kısa yol en iyi yoldur, en pratik olanıdır. Bunun ötesini de düşünmeye nedense gerek duymayız. Duyarsak zorlanırız, güne ayak uyduramayız. Neyse ben bu muhabbeti burda kısaca keseyim de size şu Gondol Faciası adlı hikayemi yüzünüzde biraz tebessüm oluşması için yazayım.
Burdan bu hikayeyi beğenerek beni ihya eden Remzi Hocama ve defterimi saklayarak "Yazın çok güzel" diye beni heveslendiren anneme sonsuz teşekkürler, hikaye kahramanlarına da ayrıca teşekkürler...
GONDOL FACİASI
Mevsim yazdı. Ağbimin çok yakın bir arkadaşının - aile dostumuzun- Çınarcık'taki yazlıklarında kalıyorduk. Çınarcık'ın bir de akşamını gezelim, dedik ve havanın kararmasıyla yola çıktık. Arabadan indikten sonra, gençler olarak annemlerden ayrı dolaşmaya karar verdik. Kendimizi bir anda Çınarcık'ın kalabalık ve ışıklı kaldırımlarında bulduk. Gümüşlerini sermişti tüm tezgahlar. Adımbaşı bir dondurmacı görmek mümkündü. Barların camlarında "canlı müzik" yazılı afişler vardı. Birçoğunun kapısı açıktı. Meraklı meraklı göz atıyordum kapıdan içeri. Gördüklerim arasında en çok aklımda kalan renkli loş ışıklarıydı barların. Pastanelerin ve dondurmacıların masaları dolup taşıyordu. Masaların olduğu bölge alçak çitler ve yeşilliklerle ayrılıyordu kaldırımlardan. Kalabalığın içinde ilerlerken tüm bu yapılara tepeden bakan bir dönme dolap dikkatimizi çekti ve "hadi" dedik "Luna Park'a gidelim, biraz eğleniriz".
İşte hayatımızı iki bölüme ayıran maceramız böyle başladı. Çığlıkların en çok geldiği tarafa, gondola yöneldik. Hepimizin kafasından da aynı şey geçiyordu, kendimize macera arıyorduk. "Hadi gondola binelim" Ablam ve ağbim nerde, ben orda. Ben de onlara katıldım ama Bahadır Ağbi'yi bir türlü ikna edemedik. Bize katılmak istemiyordu. Neden kabullenmediğini bir türlü anlayamıyordum. Korktuğunu düşünmüştüm ve bu düşünce komiğime gitmişti.
-Siz binin, ben sizi beklerim, diyerek uyanıklık ediyordu güya. Allem ettik kallem ettik sonunda bizimle gondola binmesine razı ettik. Gondolun en ucunun bir önüne oturduk. Yavaş yavaş hareket etmeye başladı gondol. Gittikçe daha yükseğe tırmanıyordu. En uç noktaya vardığında, hiçbirimizin ayakları yere basamıyordu. Oturamıyorduk bile. Demirlere sıkı sıkı tutunmaktan kollarımız ağrımıştı. Bir an için işin ciddileştiğini düşünmeye başlamıştık. Gondolun her uç noktaya tırmanışında "Şahizer'i sıkıştırın" diye bağırıyordu Bahadır Ağbi. Ağbimle ablam endişelenmişlerdi benim için. Bacaklarıyla sıkıştırıyorlardı beni. Bir milim daha yükselse gondol ayaklarım yerden kesilecek, düşecekmişim gibi hissediyordum. Gözlerimi kapatıp bu işkencenin sona ermesini beklemeye başlamıştım. Evet, heyecan vericiydi, zevkliydi ama neden kendimi güvende hissedemediğimi anlayamamıştım. Ağbimlerin de paniğe kapıldığı kesindi. Bahadır Ağbim bağırmaya devam ediyordu: "Şahizer'i, sıkıştırın." Ağbim bu yükselişin 5-6 kez tekrarlanmasına dayanamayıp küfretmeye başladı. Bir an gülmek geldi içimden, ama sabrım sessiz kalmamı sağlıyordu. Ablamın benim için ne kadar endişelendiğini tahmin edebiliyordum. "Tamam" dedim "Buraya kadarmış" Ve hayal gücüm bana traji-komik hayaller kurduruyordu. Gazete başlıklarını düşünüyordum: "Gondol Faciası", "Ailesiyle eğlenmeye giden küçük Şahizer..." vs. Kazasız belasız atlattıktan sonra yükselişleri, gondoldan uzaklaşmak düşüncesiyle bir parça rahatlamıştık. İndik. Herkes suspus olmuştu. Bahadır Ağbi'nin itiraz etme sebebini anlayabilmiştik. Bizden sonra binenleri izlemeye başladık. Bu maceranın ardından Lunapark'tan ayrılıp Dondurmacıların masalarından birine kurulduk. Bir bir buçuk saat kadar gondol macerasından bahsettik. Herkes neler kurduğunu anlatmaya başladı gondoldayken. Endişe kaynakları bendim. Bahadır Ağbim bana bakmış, hiç tepki yok "herhalde şoka girdi çocuk" demiş kendi kendine. Ablam sürekli ben düşünüyormuş, "Şahizer düşerse ben de atlarım" diye geçirmiş. Ağbimse arkamızdan gelen takur tukur seslerin de etkisiyle "arkada oturanlardan biri düşer de bize tutunmaya çalışırsa" diye endişeleniyormuş.
Bizler korkak ya da telaşe memuru olduğumuz için hayal etmedik tüm bunları. Gerçekten de özenmli bir hata söz konusuydu. Endişelenmemiz doğaldı. Eğer önemli olmasaydı bu endişelerimiz, ben demirle koltuk arasında kendimi arkaya itmeye çabalamazdım ve ağbimler bu kadar şeyi 5-10 dk. içinde kuramazlardı. Bizi bu kadar ince düşünmeye iten bir sebep vardı. Evet, Bahadır Ağbi haklıydı. Tabii son konuşmayı da o yapacaktı. Haklılığın verdiği güvenle konuşmaya başladı:
-Ben iki sene önce de gelmiştim buraya. Gondol çalışmıyordu. Dedim kesin bu işin içinde bir iş var. Sordum ordaki bekçiye niye çalışmadığını. Bilmiyorum, dedi.
Artık hepimiz bu anıyı hayatımız boyunca unutamayacaktık. Nasıl unutabilirdik. İkiye ayrılmıştı hayatımız: Gondol öncesi ve gondol sonrası.
Hikayenin sonu
Burda tabii ki üstün bir yazıt söz konusu değil ama geçmişe dönmek ve çocukluğu ve gençliği düşünmek ve tatlı endişelere dalmak elbette pazartesi sendromundan, İstanbul sıcağından daha güzel. Her şeyden daha güzel olanı da düşüncelerin netliği, duyguların saflığı ve açıklığı, çocukluk, sevilmek, korunmak ve sonsuza dek böyle kalmayı istemek. Kurtulamamak Şahizer olmaktan kurtulamamak da en güzeli.
İşte ondan kalan en sevdiğim büyük çizgisiz Edebiyat defterim ve bu defterin başına Aydan Hanım tarafından yazılanlar:
Şahizer Canım,
Sen her zaman herkese iyi davrandın ve öyle yapmaya da devam edeceksin sanırım. Bu aslında çok güzel bir huy ama lütfen kendine dikkat et ve insanlar senin iyi niyetini suistimal etmesinler ve seni üzmesinler. O zaman ben de üzülürüm. Beni üzme tamam mı canım?
İnatçı Keçi Aydan
21.12.1999 Salı
Şimdi aynı defterden size en ilginç bulduğum ve sevdiğim hikayeyi (aslında gerçek bir olayı) aktarmak istiyorum. Neden ergenliğime döndüğümü sormayın, aslına bakarsanız sil baştan yaşamadan önce ben geçmişe dönmenin gerektiğini düşünüyorum. Geçmişe dönünce insanın hangi şemayı takip ettiğini ve hep hangi noktalarda tökezlediğini tespit etmek çok zor olmayacaktır. Ama maalesef günümüz insanının hele İstanbul'daysa pek de düşünmeye vakti olmaz. Tartmaya vakti olmaz. Fonksiyonel olan ne varsa veya pragmatik, onu seçer. Çünkü sonuca giden en kısa yol en iyi yoldur, en pratik olanıdır. Bunun ötesini de düşünmeye nedense gerek duymayız. Duyarsak zorlanırız, güne ayak uyduramayız. Neyse ben bu muhabbeti burda kısaca keseyim de size şu Gondol Faciası adlı hikayemi yüzünüzde biraz tebessüm oluşması için yazayım.
Burdan bu hikayeyi beğenerek beni ihya eden Remzi Hocama ve defterimi saklayarak "Yazın çok güzel" diye beni heveslendiren anneme sonsuz teşekkürler, hikaye kahramanlarına da ayrıca teşekkürler...
GONDOL FACİASI
Mevsim yazdı. Ağbimin çok yakın bir arkadaşının - aile dostumuzun- Çınarcık'taki yazlıklarında kalıyorduk. Çınarcık'ın bir de akşamını gezelim, dedik ve havanın kararmasıyla yola çıktık. Arabadan indikten sonra, gençler olarak annemlerden ayrı dolaşmaya karar verdik. Kendimizi bir anda Çınarcık'ın kalabalık ve ışıklı kaldırımlarında bulduk. Gümüşlerini sermişti tüm tezgahlar. Adımbaşı bir dondurmacı görmek mümkündü. Barların camlarında "canlı müzik" yazılı afişler vardı. Birçoğunun kapısı açıktı. Meraklı meraklı göz atıyordum kapıdan içeri. Gördüklerim arasında en çok aklımda kalan renkli loş ışıklarıydı barların. Pastanelerin ve dondurmacıların masaları dolup taşıyordu. Masaların olduğu bölge alçak çitler ve yeşilliklerle ayrılıyordu kaldırımlardan. Kalabalığın içinde ilerlerken tüm bu yapılara tepeden bakan bir dönme dolap dikkatimizi çekti ve "hadi" dedik "Luna Park'a gidelim, biraz eğleniriz".
İşte hayatımızı iki bölüme ayıran maceramız böyle başladı. Çığlıkların en çok geldiği tarafa, gondola yöneldik. Hepimizin kafasından da aynı şey geçiyordu, kendimize macera arıyorduk. "Hadi gondola binelim" Ablam ve ağbim nerde, ben orda. Ben de onlara katıldım ama Bahadır Ağbi'yi bir türlü ikna edemedik. Bize katılmak istemiyordu. Neden kabullenmediğini bir türlü anlayamıyordum. Korktuğunu düşünmüştüm ve bu düşünce komiğime gitmişti.
-Siz binin, ben sizi beklerim, diyerek uyanıklık ediyordu güya. Allem ettik kallem ettik sonunda bizimle gondola binmesine razı ettik. Gondolun en ucunun bir önüne oturduk. Yavaş yavaş hareket etmeye başladı gondol. Gittikçe daha yükseğe tırmanıyordu. En uç noktaya vardığında, hiçbirimizin ayakları yere basamıyordu. Oturamıyorduk bile. Demirlere sıkı sıkı tutunmaktan kollarımız ağrımıştı. Bir an için işin ciddileştiğini düşünmeye başlamıştık. Gondolun her uç noktaya tırmanışında "Şahizer'i sıkıştırın" diye bağırıyordu Bahadır Ağbi. Ağbimle ablam endişelenmişlerdi benim için. Bacaklarıyla sıkıştırıyorlardı beni. Bir milim daha yükselse gondol ayaklarım yerden kesilecek, düşecekmişim gibi hissediyordum. Gözlerimi kapatıp bu işkencenin sona ermesini beklemeye başlamıştım. Evet, heyecan vericiydi, zevkliydi ama neden kendimi güvende hissedemediğimi anlayamamıştım. Ağbimlerin de paniğe kapıldığı kesindi. Bahadır Ağbim bağırmaya devam ediyordu: "Şahizer'i, sıkıştırın." Ağbim bu yükselişin 5-6 kez tekrarlanmasına dayanamayıp küfretmeye başladı. Bir an gülmek geldi içimden, ama sabrım sessiz kalmamı sağlıyordu. Ablamın benim için ne kadar endişelendiğini tahmin edebiliyordum. "Tamam" dedim "Buraya kadarmış" Ve hayal gücüm bana traji-komik hayaller kurduruyordu. Gazete başlıklarını düşünüyordum: "Gondol Faciası", "Ailesiyle eğlenmeye giden küçük Şahizer..." vs. Kazasız belasız atlattıktan sonra yükselişleri, gondoldan uzaklaşmak düşüncesiyle bir parça rahatlamıştık. İndik. Herkes suspus olmuştu. Bahadır Ağbi'nin itiraz etme sebebini anlayabilmiştik. Bizden sonra binenleri izlemeye başladık. Bu maceranın ardından Lunapark'tan ayrılıp Dondurmacıların masalarından birine kurulduk. Bir bir buçuk saat kadar gondol macerasından bahsettik. Herkes neler kurduğunu anlatmaya başladı gondoldayken. Endişe kaynakları bendim. Bahadır Ağbim bana bakmış, hiç tepki yok "herhalde şoka girdi çocuk" demiş kendi kendine. Ablam sürekli ben düşünüyormuş, "Şahizer düşerse ben de atlarım" diye geçirmiş. Ağbimse arkamızdan gelen takur tukur seslerin de etkisiyle "arkada oturanlardan biri düşer de bize tutunmaya çalışırsa" diye endişeleniyormuş.
Bizler korkak ya da telaşe memuru olduğumuz için hayal etmedik tüm bunları. Gerçekten de özenmli bir hata söz konusuydu. Endişelenmemiz doğaldı. Eğer önemli olmasaydı bu endişelerimiz, ben demirle koltuk arasında kendimi arkaya itmeye çabalamazdım ve ağbimler bu kadar şeyi 5-10 dk. içinde kuramazlardı. Bizi bu kadar ince düşünmeye iten bir sebep vardı. Evet, Bahadır Ağbi haklıydı. Tabii son konuşmayı da o yapacaktı. Haklılığın verdiği güvenle konuşmaya başladı:
-Ben iki sene önce de gelmiştim buraya. Gondol çalışmıyordu. Dedim kesin bu işin içinde bir iş var. Sordum ordaki bekçiye niye çalışmadığını. Bilmiyorum, dedi.
Artık hepimiz bu anıyı hayatımız boyunca unutamayacaktık. Nasıl unutabilirdik. İkiye ayrılmıştı hayatımız: Gondol öncesi ve gondol sonrası.
Hikayenin sonu
Burda tabii ki üstün bir yazıt söz konusu değil ama geçmişe dönmek ve çocukluğu ve gençliği düşünmek ve tatlı endişelere dalmak elbette pazartesi sendromundan, İstanbul sıcağından daha güzel. Her şeyden daha güzel olanı da düşüncelerin netliği, duyguların saflığı ve açıklığı, çocukluk, sevilmek, korunmak ve sonsuza dek böyle kalmayı istemek. Kurtulamamak Şahizer olmaktan kurtulamamak da en güzeli.
Ben de Kucukcalik'ta 95-96 yıllarında Remzi Baykaldi Hocamızın başarılı öğrencilerinden idim.Çok mesafeli ve ciddi görünürdü ancak ben kendisinin ne kadar güzel kalbi olduğunu bilirdim.Bana ismimden dolayı "uzun kirpik"diye lakap takmıştı,derste söz vereceği zaman "söyle bakalım uzun kirpik"derdi gülümseyerek...üniversite sınavında full net yapmamın emekcisi Remzi Hocamdir.Artık öyle hocalar pek kalmadı maalesef.Tüm emeklerini ne yapsak odeyemeyiz.Sebla Elbir
YanıtlaSil