Son zamanlarda fazlasıyla tembelleştim, blogumu ihmal ettim, üç beş okuyucumdan da kendimi mahrum ettim. Onlar da bana "aman neden yazmıyorsun?" demediler. Ben yazmadan durabilir miyim, içimde öyle bir zehir var ki ne kadar yazarsam yazayım bitmez. Kanımda sürekli dolaşan ve kalbimde taşikardiye sebep olan bir zehir bu.
Bir arkadaşım sayesinde keşfettim Tagor'u. İlk keşfettiğim şiiri şu oldu:
Dungeon
Bir arkadaşım sayesinde keşfettim Tagor'u. İlk keşfettiğim şiiri şu oldu:
Dungeon
He whom I enclose with my name is weeping in this dungeon.
I am ever busy building this wall all around; and as this wall goes up into
the sky day by day I lose sight of my true being in its dark shadow.
I take pride in this great wall, and I plaster it with dust and sand
lest a least hole should be left in this name;
and for all the care I take I lose sight of my true being.
I am ever busy building this wall all around; and as this wall goes up into
the sky day by day I lose sight of my true being in its dark shadow.
I take pride in this great wall, and I plaster it with dust and sand
lest a least hole should be left in this name;
and for all the care I take I lose sight of my true being.
Rabindranath Tagore
Sonra başka şiirlerini de keşfettim elbette ama henüz kendi beğendiklerimi seçecek kadar vaktim olmadı.
Benim zindanlarımda var olan eski sevgililer için şöyle bir teori ürettim, önce zindana tıktım onları sonra da serbest bıraktım. İşte ben insanların hayatıyla bu kadar oynadım. Yok canım o kadar da basit değildir artık.
Meselemiz aslında bugün zindanlara tıkılan sevgililer değil. Çok zamandır düşünüyorum, ne kadar mutluyum Lucca'da kiliseden bozma kütüphanemizdeki aydınlık ve geniş masamda çalışırken, ne kadar huzurluyum. Ne kadar şanslıyım ailenin en küçüğü olup da bu fırsatları yakalamak için elimden geleni yaptığım için, bir de annemin, babamın ve kardeşlerimin desteğini aldığım için. Ne kadar özlesem de bir yerde oturaklı bir hayat kurmayı bir o kadar seviyorum aslında hiçbir şey kurmadan ordan oraya koşturmayı...
Bu arada da güzel giderdi bir Stravinsky:
Uzun zamandır klasik müzik dinlemiyorum, müzik zevkimi geliştirecek kadar vaktim olmuyor.
Sadece düşünüyorum, uzun zamandır ben nerde kalmak ve ilerde ne yapmak isterdim. Ama doktora tezimin önceliği de buna el vermiyor. En son başımıza gelen kötü şey ise babamın düşüp kalça kemiğini kırması oldu. Çok garip bir şekilde kızarken her erkeğe annesine düşkün diye, ben küçükken hep babama düşkündüm. Hala da düşkünümdür. Babama dair hep güzel şeyleri hatırlamak ve yaşatmak isterim ama aslında ona da yeterince vakit ayıramamanın suçluluğunu içimde taşırım hep.
Tezimin orijinal olup olmadığını merak eden, eski nişanlıma benim durumumu sormak için onu günde 3-5 defa arayan, ablamla ağbime de sürekli beni soran ve onları benden haberdar eden babam, bana küçük çocuk olmanın şımarıklığını hala yaşatmaktadır. Hala benim gözümde çok zeki, çok cömert, çok yaratıcı, ince bir espri anlayışına sahip olan, gözlerinin mavisini hiçbir erkekte aramadığım adamdır babam. Annem derdi ki "o sizin babanız, benim onunla kan bağım yok, sizin var ama!" Babamın bana her gün okul öncesi portakal suyu sıktığı ve bir yarım litre kadar süt hazırladığı günleri hatırlarım, her ikisini de boş mideye içer okula giderdim. O sabah namazı için zaten erken kalkardı. Babam her şeyimle ilgilendi ve ihtiyatlı davrandı. Bazı ısrarcılıkları beni yorsa da benim de ısrarcı oluşum, aslında onun her huyunu öğrendiğimi ve ona fazlasıyla benzediğimi gösteriyor. Mesela bir ödev varsa bitmesi gereken, o ödev bitene kadar babam 100 defa sorar, "ne durumda?" diye. Belki bu yüzdendir kendimi hala 30 yaşına geliyor gibi hissetmeyişim.
Malum Türkiye'de çok çalışan babalardan dolayı hep bir baba eksikliği hissedilmiştir hayatın belli dönemlerinde. Ben annemin eksikliğini duydum hep, annem hep çalışıyordu ve bir yerlerdeydi. Ama bu sayede belki annemin gidişine karşın güçlü durabildim (güçlü derken tabii ki sorunsuz ve ağlamaksız ve şikayetsiz demek istemiyorum). Anneme benzemek, onun istediği kişi olmak o gittkten sonra benim için daha önemli ve başarılması gereken bir konum oldu. Şimdiyse onun gibi olmadığım tarafları görüyor ve kimi zaman boşuna olan bu çabamın yerini başka şeylerle doldurmaya çalışıyorum.
Ben hep annemin ve babamın küçük kızıydım. Evet ben aslında yalnız değildim, çünkü ben hep sevildim. Kimseye de kendimi sevdirmek için çok bir şey yapmadım. Ama kendimi kanıtlamak için çok şey yapmam gerekiyordu çünkü ablam ve ağbim zaten zeki ve güzel insanlardı. Ben ise kör topal sayılırdım onların yanında. Çalıştım çalıştım, bir şeyler oldum. Ama şimdi hissediyorum işte, bu farklılaşma çalışmalarım, artık bende bir yorgunluk oluşturuyor, beni hep çocukluk zamanlarıma götürüyor, ağız dolusu gülmek isterken hep sınavlarla meşgul olduğumuz zamanlar...
Daha sonra bu yazıya devam edeceğim... Yine annem ve babamla, çünkü ben ne de olsa bir "sonradan olma", bir "tekne kazıntısı", bir plansız çocuğum... İyi ki de hızlı koşmuş babamdan gelen taraflarım hani... annemin yumurtalıklarına doğru! Anneme kavuşunca da ben olmuşum işte! O olmasa da biliyorum ya bir kere ve geri dönülmez bir şekilde kavuşmuşum anneme!
Yorumlar
Yorum Gönder