Ana içeriğe atla

Marcel Duchamp ve İşin Reddi ve Karl Marx


Marx’ın doğumunun iki yüzüncü yılına geldik (5 Mayıs 1818). Almanya’da doğduğu ev Trier’de şimdi bir müze. Bir Cumartesi gittik gördük Trier’i ki müze Marx’ın 200.  doğum yılı etkinliklerine hazırlanıyordu ve kapalıydı maalesef. Bu ziyaretimizde bu şehirde fark ettiğim üzere herkeste bir alışveriş çılgınlığı almış başını gitmişti. Marx’ın kemikleri sızlıyordur, şimdi diye düşünmeden edemedim. Fakat hayatını okuduğum zaman anladım ki Trier o zamanlarda mağazaların coştuğu ticari merkezlerden birisiymiş (hem de o küçücük şehirde 150’den fazla mağaza varmış). Her ne kadar tadilat altında olduğundan, müzeyi göremesek de Marx’ın büstünün şeklini şemalini almış kumbaralar, bira bardakları, kalemlikler, üzerinde resmi olan not defterleri, şaraplar vs. almış başını gitmişti. Marx kendisi üzerinden ürün fetişizminin yapılacağını hayal etmiş miydi acaba, diye, kendi kendime sormadan duramadım.

Marx tüm parasını işçi hareketini örgütlemeye harcayadursun, ben sadede geleyim. Tam da Marx’ın şehri Trier’i ziyaret ettikten sonra, filozof ve sosyolog Maurizio Lazzarato’nun Marcel Duchamp ve İşin Reddi isimli kitabını okumaya başladım. Bu kitap bana hep düşünegeldiğim ve hep içten içe kızdığım şeylerin sebebini 72 sayfada açıklayıverdi. Düşündüm: Neden çalışıyorum? Kim için çalışıyorum ve neden çalışmak zorundayım? Neden tembellik bu kadar kötü, işin reddi bu kadar muhtemel iken? Cevap biraz can sıkıcı ama gerçekçiydi: çalışmazsam kendimle ne yapacağımı bilmiyorum, çünkü çok çalışmanın bir erdem olduğu bizlere küçük yaşlardan beri öğretildi. Hatta bazen haklarımızı ve onurumuzu ezdirmek uğruna çalışmaya ve hakaretlere katlanmaya devam ettik.

Elbette Duchamp zengin bir aileden geliyordu, Marx zengin bir kadın ile evlenmişti, Engels’in babası fabrikatördü, Lafargue varlıklı olduğunu söylediğinde Marx kızı Laura’nın Lafargue ile evlenmesine itiraz etmemiş ve hatta bu evlilik hakkında herhangi bir tereddüt hissetmemişti. Marx’ın damadı Lafargue Tembellik Hakkı isimli güzel mi güzel bir kitap yazmıştı (Tembellik hakkının ne kadar orijinal bir hak olduğunu düşünmeden edememişimdir.)

Lazzarato da kitabında Duchamp’ın bakış açısından ve tembellik hakkından bahsediyor. Lazzarato’nun bu kitabı beni o kadar çok etkiledi ki gerçek anlamda reddetmek istedim, işi ve her şeyi... Tembellik hak edilen bir şey değil de, doğal bir şey olsa. Güzel olmaz mıydı?

Yıllar önce aklıma harika bir icat geldi, ‘okey’ taşlarını toplamamak. ‘Eninde sonunda bozulacak bir şeyi neden topluyoruz ki?’ sorusu hep aklımı kurcalamıştır. Toplamadan da herkes ihtiyacı kadar olanı aldıktan sonra, taşları karıştırıp yerinde bırakabilirdik. İsteyen istediği yerden seçerdi. Onları düzenlemeye gerek yoktu. Bu fikrim o kadar başarılı bulundu ki artık yazlıkta kimse taşları toplayıp düzenlememeye başlamıştı, bu bir ‘trend’ haline gelmişti. Bunu icat ettiğimde dokuz yaşında idim. Bence harika bir tembellik örneği.

Mesela yanlış bir sayı yazdınız sayıyı yeniden yazmaktansa onu yazmak istediğiniz sayıya benzetmek daha kolaydır, bir tembellik örneği olabilir ama sizi yaratıcı kılar... tekrar yaz sil gerek yok. Diyelim arkası yazılı bir kağıda bir şey bastınız, öyle verin patronunuza, çevreyi koruyorum, deyin. Doğru değil mi doğru! Tekrar tekrar uğraşmayın.

Ben geyik yapıyorum, Lazzarato daha ciddi konulardan bahsediyor, Duchamp demiş ki: ‘Faşist değilim ama demokrasinin bize getirdiği de hiç rasyonel değil. […] Sırf yaşamak için hala çalışmak zorunda olmamız utanç verici […] var olmak için çalışmak zorunda olmamız; bu gerçekten utanç verici.”1

Hiç kendinizi çalışmak istemediğiniz bir işte bulduğunuz oldu mu? Hiç zaman zaman sevdiğiniz şeyi bile nasıl sevmez hale geldiğinizi düşündünüz mü? Dünün, bugünün ve yarının aynı olduğu ve insanların artık birbirlerini sadece çıkar için dinlediği ortamlarda bulunduğunuz, boş otururken rahatsız hissettiğiniz, çok çalıştıktan sonra ‘ne yani ne için çalıştım şimdi?’ dediğiniz zamanlar oldu mu? Hiç Amerikan filmleri izlerken o zor emeklerle elde edilen büyük evlerin ve rahatın size vermek istediği dersleri aklınızdan geçirdiniz mi? Hiç evet evet adamlar haklı, çalışkanlar, geleceği planlıyorlar, disiplinliler, dediğiniz oldu mu?

Hiç insan kaynaklarında izin zamanlarına bakıp anneniz öldüğünde size sadece üç gün verdiklerini duydunuz mu? Ah dostlar, inandınız mı tüm bu düzene? Ben asla inanmadım ama işte altı yaşında başladık yarışa, devam ediyor yarış, ne yarışı mı? En kısa zamanda en efektif sonuca ulaşma yarışı. İnsanlık. Öldü.  Üzülmeye vakit yok, çalış. Doğumlar ölümlerden daha çok izin alıyor. Neden? Ölüm unutulmalı, doğum kutlanmalı. Ya yas! Giden gitti, gereksiz artık, doğan ise yeni üretim düzenine katkıda bulunacak, işte bu kutlanır!

“Bir kimliksizleştirme tekniği olarak işlediği için tembel eyleme daima itimat ediyordu Duchamp. Faaliyet üzerine tesis edilmiş bir dünyaya tembelliği sokmak, toplumsal ve cinsel kimliklerin altını oyuyordu.” (s. 47-48).

Hazır ürünlerin üretiminden ve sanattan bahsetmek gerekirse bu noktalar çok önemli:

“Ekonomik bütünleşme süreçlerinden, kopyaların miktarlarını sınırlama, onları imzalama ve numaralandırma – sıyrılma girişimleri en sonunda niçin boşa çıktı? Çünkü imza, tekrar ve numaralandırma, sanat işinin piyasaya girişi için koyulan koşullardır. Babası noter olan Duchamp’ın gayet iyi bildiği gibi, kapitalist toplumda imza, üreticinin hem kimliğinin hem de mülkiyetinin tasdikidir.” (s.61)

Öyle çok sembol var ki üzerine düşünmediğimiz ve üzerine şöyle bir düşünüp geçtiğimiz. Giriş çıkış kartlarını ve saatlerimizi kontrol eden makinalar, bizi geç geldiğimiz veya evden çalıştığımız için şikayet eden iş arkadaşlarımız, kahve içmenin bir iş erteleme olarak görüldüğü iş ortamları, özel hayata dair bir şey paylaşmama kuralı. ‘Bana özelini anlatma, insan olduğunu bilmek duymak ve görmek istemiyorum’. Her şey insana insan olduğunu unutturmak ve efektif olmak üzerine kurulu: makinalaş, yeterince makinalaşmazsan makinalar senin yerini alacak, bak ona göre! Hepiniz işsiz kalacaksınız, robotlar sizin işinizi yapabilecek. Doğal olarak yabancılaşmak2  kaçınılmaz oldu.Sonra gel de Marx’ın 200. doğum yıldönümünü kutlama!

“Dilin, gramerin, sözdiziminin dışına çıkıp düşünceyi farklı bir istikamete çevirmemizi amaçlayan, dilbilimsel işaretlerden daha fazlası olan ve beraberinde kelime oyunları da getiren bütün hazır-nesneler iktidarın işaretleridir.” (pp. 43-44)

Bu kitap beni aslında işi nasıl reddedemediğimizi düşünmeye itti. Ayrıca grevin manasını daha iyi anladım. Neden diye sorarsanız, grev ve iş yavaşlatma eylemi muhteşem bir eylemdir: dahiyanedir. Biz olmazsak her şey durur, üretim durur, hayat durur, demektir. Biz bu çarkın bir parçasıyız ama biz olmadan bu çark işlemez demektir. Ayrıca her şeye geç kalmak o kadar korkunç da bir şey değildir. Kimbilir her şeye geç kalan insan belki ölüme de geç kalır, Azrail’i bile bekletebilir. Azrail beklemekten sıkılıp gidebilir. Mesela deadline denilen şeylere geç kalan insan aslında kimsenin işleyişini takmıyor, kimseye saygı duymuyor demektir. Üretime karşı çıkıyor, diğerlerinin de üretime katılmasına engel oluyor demektir. Ama kimbilir belki de hayata saygı duyuyordur. Hayatın akışına ve kendi akışına. Herkes deadline’ı geciktirirse ne olur? Ölen ölür kalan kalır mı... tam tersine üretim yavaşlasa ne olur?

Daha insan olmaz mıyız? Daha çok uzanmaz mıyız çimlere, güneşin tadını çıkarmaz mıyız? Kahvemizi yudumlayıp da insanlarla muhabbet etmez miyiz? Yahu neden olmasın? Neden olmasın insanların birbirlerine daha düşkün olduğu ve işe daha az düşkün olduğu bir hayat. Sevgilinizi, annenizi, kardeşinizi bırakamadığınız, kariyer yapamıyorum diye daralmadığınız, her dakika için yargılanmadığınız, ‘makineleşmek istemediğiniz’ bir dönem olamaz mı hayatta, her ne kadar takdir etsek de o makineleşmenin her halini, o dakik olma halini, işleyen demir ışıldar halini... biliyoruz ki bu bizi daha insan yapmayacak, geliştirecek, değiştirecek, dönüştürecek ama daha insan olmak bu yollardan geçmeyecek.

“Özgünlük, mülkiyet ve imza. Sonra gelen öncekini teminat altına alır. Bunlar günümüzün üretim ve tüketimin ön koşullarıdır. Lüks bir ürün (Louis Vuitton, Prada vb.) ya da hatta yaygın bir tüketim maddesi (Adidas, Nike, iphone vb.) satın aldığınızda ürüne değil imzaya ödeme yaparsınız. Aslında bu sayede markayı (üretici) satın alırsınız, oysa taklit –ekonominin pratik ‘eleştirisi’ – bir suçtur ve hem piyasa hem de özel mülkiyete bir saldırı amacı güder.” (s. 61)

Eğer Duchamp ile ilgili bir video izlemek isterseniz çok güzel bir söyleşi olmuş:
[embed]https://www.youtube.com/watch?v=Bwk7wFdC76Y[/embed]

Bu 72 sayfalık bu güzel kitap size çok güzel fikirler verecek ve hatta sanat ve üretim üzerine de düşündürecek. Sanatçının amacı nedir? Sanatçı neyi temsil eder? Onu da siz söyleyin. Yukarıdaki video’yu izledikten sonra düşündüm: sanatçı özgün olabilme ve özgün kalabilme şansını ifade eder. Duchamp sanattan ve hazır tüketim maddesi olarak sanat ürününden bahsederken elbette daha feylesof ve sanatçı derinliğiyle konuşuyor. Benden bu kadar, ortaya karışık... Tembelim ya toparlamıyorum, siz bir toparlayıverin kitabı okuyunca.

Yazar: Maurizio Lazzaretto
Türçesi: Sercan Çalcı
Yayınevi: Kolektif
Sayfa: 72

1 Burda aklıma şu fıkra geldi: Freud’a bir gün sormuşlar, ne düşünüyorsun kapitalizm ve komünizm hakkında diye. O da şöyle demiş: 'kapitalizm insanın insanı sömürmesidir, komünizm de bunun tam tersi'. Freud söylenenlere göre pek de fazla inanmıyormuş siyasete dahil olmaya, halbuki siyaset gitmiş onu da bulmuş.

2 Yaptığımız işe yabancılaşma (yaptığım işten hiçbir şekilde tatmin almama), iş arkadaşlarımıza yabancılaşma (yarışmak zorunda olduğum insanlardan yabancılaşma), kendimize yabancılaşma (zorunda olduğum bir şeyi yaptığım için kendimi üretim sürecinden koparmalıyım ki bu işi yapabileyim, kendime yabancılaşmalıyım) ve ürettiğim şeye yabancılaşma (seçmediğim ve istemediğim bir şeyi üretmek zorundayım). Yabancılaşmanın hala bugün geçerli olduğunu söyleyebiliriz. (Dilerseniz bu video gayet güzel bir açıklama sağlamış fakat İngilizce): [embed]https://www.youtube.com/watch?v=jCvqcilXOyI[/embed]

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

her şey ara verince güzel

 Şimdi eski günlerdeki gibi yine kütüphaneye geldim. Kendi kendime çalışmaya çalışıyorum.  Çalışmadan bir yazayım dedim, ne de olsa uzun zaman oldu.  Akademik alanda ufak projelerde çalışıyor, makaleler üretmeye devam ediyorum. Beynimin eskisi gibi keskin bir şekilde işlemediğini fark etsem de böyle biraz yalnız kalıp bir şeyler yapmak beni rahatlatıyor, hem daha iyi konsantre oluyorum.  Her şey ara verince güzel. Annelik bile öyle.  Geçenlerde Lost Daugther'ı izledim, zaten kitabını da okumuştum yıllar önce, herhalde 2015 yılıydı yahut 2014 yılıydı. Filmi de güzel olmuş, aktristler de harika. Çok beğendim. Sanırım film ile kitabı daha iyi anladım bile diyebilirim. Olivia Colman zaten harika bir iş çıkarmış her zamanki gibi. Bir bakışı bin kelimeye bedel.  Doğal olarak anne gibi hissetmemekten öte sanırım, anne gibi hissetmeyi çok sevmekle beraber belki bu yükün altında biraz ezilmek söz konusu olabilir birçok kadın için. Yahut annelik öyle baskın hale gelir ki ilişkimizi unuturuz.

Biten Arkadaşlıklar

Helal olsun sana Şah artık açık açık yazabilirsin. Biten arkadaşlıklarını, çıkar için ideoloji için. Kıskançlık için ve sevgisizlik için. Gerçekten sevmemiş olmak için, biten tüm arkadaşlıklara gelsin bu yazı. Bir dostumu kaybettim çünkü ayrı fikirlerdeydik Bir dostumu kaybettim çünkü bana kızdı Bir dostumu kaybettim sebebini bile bilmiyorum Gerçekten bilmiyorum neden böyle oldu Kaybolup gittiler düşen yıldızlar gibi Oysa güzeldi günlerimiz Aydınlıktı sözler Paylaşırdık her şeyi Kınamazdık canım o kadar Yoksa kınar mıydık Ben kimseyi aptal bulmadım Ya da tembel Uyardığım olmuştur Belki kimi zaman Çok şey istemişimdir Ne de olsa vermeyi de severim Ama ya hesap yaptılarsa ve dedilerse Ben ona daha çok verdim kim bilebilir ki insanlar neden gelir hayatımıza neden gider neden kırar dökerler giderken güzel güzel gidilmez hiçbir zaman kimisi de geri döner ama yürek kabul etmez kimisi rüyana girer ama aramazsın bir kere bile koparsın zamanla bilemezsin bilemezsi

Goodreads

Goodreads  Son zamanlarda sabahları erken kalkıp birkaç saat boyunca beynimi çalıştırdıktan sonra tekrar uykuya dalma ihtiyacı hissettiğimi görüyorum. Gerçekten de sabah insanın zihni daha bir net çalışıyor. Ben genelde hesap kitap yaparak ve email yazarak geçiriyorum bu zamanı, oysaki yazmalı çizmeli okumalı.  Bu sene ilk defa goodreads'te amaçladığım kitap okuma sayısına erişmiş bulundum. Sayı düşüktü, sadece 15 kitap okuyabildim. Ama o da hiç yoktan iyidir, bu arada yarıda bıraktığım on kitabı saymıyorum, Puslu Kıtalar Atlası, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Bobbi Brown Makeup Manual, ve bir sürü kedilerle ilgili İtalyanca kitap, Alda Merini'nin denemelerinin olduğu harika bir kitap. Bu kitapların hepsi yarım kaldı. Okuyamadım bitiremedim fakat başucumda duruyor. Hadi Alda Merini kısa kısa yazmış bölünse de kitabın sürekliliğine bir zarar gelmiyor fakat romanlarda tabii ki ciddi bir unutma sürecine giriyorum. Mesela Puslu Kıtalar Atlası'nı nedense sevemedim halbuki herkes s