Ana içeriğe atla

Lucca ve Sokaklar


İlk geldigim zaman sabah kalkıp Via Elisa'da bu yoldan yürümüştüm...


Sonra Yeşim ile tanıştım, onun evinden bu manzarayı gece gündüz görme fırsatım oldu... Her zaman bana açık kapısıyla sabah akşam kahveye davet etti beni, ben de hiç ikiletmedim.Her seferinde Duomo'ya bakarken, zaman duruyordu, sanki o sırada yaşlanmıyorduk, zaman geçmiyordu. Şehir gece erkenden uyuyordu, biz şarap içiyorduk. La Dolce Vita diyorlar ya bir yerden sonra kalbi zorluyordu, ama manzaranın bir suçu yok. "Bu benim suçum."


Hmm çamaşırlarını dışarıya asmak zorundalar bence de, çünkü evler eski ve nemli. Çamaşırlar kurumak bilmiyor çünkü evler güneş almıyor (kendi adıma konuşayım) benim ev her daim buz gibi. 


Bir sabah erkenden kalkıp fotoğraf çekmek için yollara döküldüm. Daha afyonum patlamamıştı, ama erken kalkmışken bir daha bu fırsatı bulamam dedim. Sokaklar boştu, kiliselerin önünü süpürüyorlardı. Daha kapıları açılmamıştı. Dar sokaklardan ilerledim. Küçük şehirlere olan sevgim arttıkça artıyordu. Çünkü İstanbul'da yaşamaktan erken yaşta bıkmıştım. 4.5 kilometrelik çevresi olan bu şehirde hayat geçer miydi? Kayseri'de geçmemişti burda geçer miydi? Burda da herkes birbirini tanıyor, herkes birbirinden haberdar. Ama büyük bir fark var, sanırım burda insanlar fazlasıyla spor yapıyor, sanırım fazlasıyla düşkünler evlerinin eskiliğini korumaya, biraz daha gelenekçiler belki ama kimbilir ... daha hiç Luccalı bir aile tanımadım. Tek bildiğim, söylenenlere göre "zengin" oldukları, çok spor yaptıkları ve "fashionable" olmayı sevdikleri... 


Sonra bu müzisyene rastladım, adını ogrenmedim galiba... Sonradan baktım: Luigi Boccherini, çello çalıyor. Çok ünlü bir klasik dönem bestecisiymiş. Lütfen bakınız, ben kendisiyle henüz tanışmadım: http://en.wikipedia.org/wiki/Luigi_Boccherini Kendisi ünlü opera bestecisi Puccini'nin şehrinde doğmuş: Lucca'da... (Le Boheme ve Madam Butterfly bkz.)

Turandot'un kostümlerine Puccini'nin evinde rastlayabilirsiniz: 


Gelelim kapılara, kapılardan etkilenmişimdir hep, bir kapı, bir eve giriş, bir şeye başlangıç, kapalı kapılar, açık kapılar, aralık kapılar, dış dünyadan kaçış, gizli saklılar, eski Rum kapıları, eski Ermeni kapılar, imparatorlukların kapıları, totalitarizmin kapıları, kiliselerin kapıları... hepsi bir şey anlatır, hepsi bir iz bırakır... 



Bir de kapıları birbirinden ayıran ufak ayrıntılar...







Piazza San Michele, benim en sevdiğim meydanda bulunan dışı gösterişli içi sade ve soğuk Chiesa di San Michele...


Tarihte yürürken bazen tünellerden geçmek, bazen küçük kemerlerin altından geçmek, o pencerenin kime ait olduğunu düşünmek... Merak etmek ve hiçbir şeyi hiçbir zaman tam olarak bilememek...


Ufak bir meydan ufak bir kilise... etrafı 4.5 kilometrelik bir surla çevrili olan bu şehirde her şeyin ufağı her şeyin miniği her şeyin sarısı ve solgun pembesi, sanki hiç bozulmamış gibi, sanki bu renkleri üreten boyacılar yıllardır aynı boyacılar, ve nesilden nesile geçen bir "solgun sarı ve pembe" üretme geleneği var...



                                                                  Bitmeyen mektuplar....




                                           Henüz açılmamış ve turistleri bekleyen kafeler...


             Bir antikacı dükkanında dondurulmuş, sessiz bekleyen eski heykeller, tozlu eşyalar...






 Italyanca olmayan duvar yazıları...

                                     
                                                  Duvarların içindeki gizli bahçeler...


                                        Piazza Napoleone'nin bir köşesi ve göğe uzanan garip ağaçları...
                              Napoleone bu şehri fethetmiş ve şehir uzun süre hükmü altında kalmış.


                              Ve benim en sevdiğim balkonlar... Ve sıcak bir masa... güzel bir aydınlık, bir şişe şarap, menekşeler annemin en sevdiklerinden, şikayet edemeyecek kadar şanslı olmak, bu yaşta huzur aramak, mek mak ama durmadan mek mak...




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

her şey ara verince güzel

 Şimdi eski günlerdeki gibi yine kütüphaneye geldim. Kendi kendime çalışmaya çalışıyorum.  Çalışmadan bir yazayım dedim, ne de olsa uzun zaman oldu.  Akademik alanda ufak projelerde çalışıyor, makaleler üretmeye devam ediyorum. Beynimin eskisi gibi keskin bir şekilde işlemediğini fark etsem de böyle biraz yalnız kalıp bir şeyler yapmak beni rahatlatıyor, hem daha iyi konsantre oluyorum.  Her şey ara verince güzel. Annelik bile öyle.  Geçenlerde Lost Daugther'ı izledim, zaten kitabını da okumuştum yıllar önce, herhalde 2015 yılıydı yahut 2014 yılıydı. Filmi de güzel olmuş, aktristler de harika. Çok beğendim. Sanırım film ile kitabı daha iyi anladım bile diyebilirim. Olivia Colman zaten harika bir iş çıkarmış her zamanki gibi. Bir bakışı bin kelimeye bedel.  Doğal olarak anne gibi hissetmemekten öte sanırım, anne gibi hissetmeyi çok sevmekle beraber belki bu yükün altında biraz ezilmek söz konusu olabilir birçok kadın için. Yahut annelik öyle baskın hale gelir ki ilişkimizi unuturuz.

Biten Arkadaşlıklar

Helal olsun sana Şah artık açık açık yazabilirsin. Biten arkadaşlıklarını, çıkar için ideoloji için. Kıskançlık için ve sevgisizlik için. Gerçekten sevmemiş olmak için, biten tüm arkadaşlıklara gelsin bu yazı. Bir dostumu kaybettim çünkü ayrı fikirlerdeydik Bir dostumu kaybettim çünkü bana kızdı Bir dostumu kaybettim sebebini bile bilmiyorum Gerçekten bilmiyorum neden böyle oldu Kaybolup gittiler düşen yıldızlar gibi Oysa güzeldi günlerimiz Aydınlıktı sözler Paylaşırdık her şeyi Kınamazdık canım o kadar Yoksa kınar mıydık Ben kimseyi aptal bulmadım Ya da tembel Uyardığım olmuştur Belki kimi zaman Çok şey istemişimdir Ne de olsa vermeyi de severim Ama ya hesap yaptılarsa ve dedilerse Ben ona daha çok verdim kim bilebilir ki insanlar neden gelir hayatımıza neden gider neden kırar dökerler giderken güzel güzel gidilmez hiçbir zaman kimisi de geri döner ama yürek kabul etmez kimisi rüyana girer ama aramazsın bir kere bile koparsın zamanla bilemezsin bilemezsi

Goodreads

Goodreads  Son zamanlarda sabahları erken kalkıp birkaç saat boyunca beynimi çalıştırdıktan sonra tekrar uykuya dalma ihtiyacı hissettiğimi görüyorum. Gerçekten de sabah insanın zihni daha bir net çalışıyor. Ben genelde hesap kitap yaparak ve email yazarak geçiriyorum bu zamanı, oysaki yazmalı çizmeli okumalı.  Bu sene ilk defa goodreads'te amaçladığım kitap okuma sayısına erişmiş bulundum. Sayı düşüktü, sadece 15 kitap okuyabildim. Ama o da hiç yoktan iyidir, bu arada yarıda bıraktığım on kitabı saymıyorum, Puslu Kıtalar Atlası, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Bobbi Brown Makeup Manual, ve bir sürü kedilerle ilgili İtalyanca kitap, Alda Merini'nin denemelerinin olduğu harika bir kitap. Bu kitapların hepsi yarım kaldı. Okuyamadım bitiremedim fakat başucumda duruyor. Hadi Alda Merini kısa kısa yazmış bölünse de kitabın sürekliliğine bir zarar gelmiyor fakat romanlarda tabii ki ciddi bir unutma sürecine giriyorum. Mesela Puslu Kıtalar Atlası'nı nedense sevemedim halbuki herkes s