Ana içeriğe atla

Kalbini Katılaştırma Soyut Sözcükleri Buharlaştır

Neden mi bu başlığı koydum? Ben de bilmiyorum.
Bugün çok şey yazasım var.

Mesela ne kadar cok Schubert Impromptu D9 Klavierstücke dinlediğimden bahsedebilirim... Ama bu çok elitist bir başlangıç olur bunu istemem. Klasik müziği hiç bu kadar uzun süre dinleyeceğim aklıma gelmezdi. Aklın ve müziğin bu kadar rafine olduğu hiçbir şeye katlanamam oysaki.

Bugün kadınların erkeklere nasıl kontrol ettirilmeye çalışıldığını düşündüm yine.
Maaşların eşitliğini geçtim. Sığınma evleri açılmamasını geçtim. Hamilelik izninden dönüp işten atılan kadınları geçtim. Öldürülen kadınları geçtim. Ben bunları geçerken etrafta kan gövdeyi götürüyordu. Sonra kürtaja takıldım. Devlete takıldım. Hükümete takıldım. Ataerkilliğe takıldım. Utanın. Sözlerinizden ve sözlerinizin ne kadar kadının hayatıyla oynadığından utanın, istedim. Söylendim. Şikayet ettim. Bana hep şikayet ediyorsun, dediler. Memurlar maaşlarını almak içindi, hükümdarlar yönetmek için, halk uyutulmak içindi, bense susmak içindim. Ben susmam, ben hep şikayet ederim. Kadın haklarına saygı duymayan her erkeği şikayet ederim.

Zümrüt Gözlü takunya ile dayak yemişti kocasından. Çünkü inatçıydı.
Güzel doktor ezilmiş, dayak yemişti, çünkü erkek gibiydi, inatçıydı ve eleştireldi.
Melek dayak yedi, terk edildi bir tuvalet köşesine "namus"dendi ailesine geri gönderildi.
Kadınlar neler yaşıyor biliyor musunuz? Biliyor muyuz? Namus adına? Bir soyut kavramdır namus da din gibi, şefkat gibi, insanlık gibi, hayat gibi... ama gerçekler soyut kavramları şekillendirir, yoğurur, kendi kıvamına getirir ve önümüze sunar. Bu gerçeklerden, bu kandan arınamazsınız. Çünkü gerçeklerden kaçamazsınız. Sizin yakanızı bırakmaz geçmiş. Unutamazsınız. Unutamama hastalığı olduğundan değil elbet. Unutulmayacak şeyler yaşadığınızdan. Unutturamazlar. Biz ne için olursak olalım kadınlarımızın başlarına gelenler unutulur şeyler değil.

Boğaziçi Dergisi'nin Mart 2012 sayısında Kadının İnsan Hakları-Yeni Çözümler Derneği'nin kurucularından Pınar İlkkaracan'ın söyleşisini okudum. Şöyle diyor:

"Türkiye'de aile içi şiddetin gerçekliği toplum tarafından kabul görmemekte. Sene 1994-1995, bundan 20 yıl önceydi. Bugün en azından aile içi şiddetin var olup olmadığı sorgulanmıyor. ... Aile içi şiddetin konusunda kadının suçlu olmadığı, örneğin "iyi yemek yapmadığı için" ya da "adama iyi bakmadığı" gibi sözde nedenlerin kadına şiddet uygulamak konusunda geçerli nedenler olmadığını en azından kamuoyunun bir kısmı anladı. Yani haklı dayak diye bir şey yok."

Kadın hak ediyordur. Hak etmiştir.
Adam hak ediyor. Hak etmiştir.

Böyle der insanlar. Kim neyi hak ediyor, çok kolay karar veririz. Hak nedir? Hak etmek nedir? Kim dayağı, kim işkenceyi, kim öldürülmeyi hak eder? Bunlar hak mıdır? Hak edilecek şeyler midir? Platon'dan başlayalım. Kötülüğe kötülük ile karşılık veren kötü kadar kötüdür. Adalet kötülüğe kötülükle karşılık vermek değildir. Adalet adam asmak değildi, bunu çok geç anladık.

İlkkaracan çıkan yasalar konusunda şöyle söylüyor:

"İki ayda kanun çıkarmaya çalışılıyor ve uygulama düşünülmüyor. Bu konuda en büyük sorun uygulamadaki aksaklıklar. Ben bunu söyleyince 15 Ocak'taki toplantıda, 'Buyurun siz gelin Almanya'daki merkezi bize anlatın' dediler. Tam gideceğime iki gün kala öğreniyorum ki yasa çoktan Bakanlar Kurulu'na gitmiş. 'Ben niye gidiyorum Ankara'ya, ne işe yarayacağım?' diye sordum. Yine görüşmeler yapıldı. 'Merak etmeyin, biz aktardıklarınızı dikkate alacağız' dediler. Dört buçuk saatlik toplantı yapıldı. İcracı bakan Aşkın Asan da ordaydı, KSGM ve bakanlık personeli de. Özetle şunu söyleyemey calışıyorum. AKP hükümeti 2002'den beri kadınların insan hakları konusunda son derece çelişkili, birbirine ters mesajlar içeren (double bind) yaklaşımlarda buluundu."

Burda anlatılmak istenen gayet net galiba. Kime dönelim? Gramsci mi Foucault mu? Sivil toplumun, uzmanların devletin kararlarına katılamadığı demokratik olamayan bir ülke mi diyelim? Miş gibi yapan bir hükümet mi diyelim???

Gelelim istatistiklere İlkkaracan şöyle diyor: "Bundan iki yıl önce Emniyet tarafından bir istatistik yayımlandı. Bu istatistiğe göre kadın cinayetlerinde yüzde 1300 artış var. Şimdi ben hem araştırmacı gözüyle hem de alanda çalışan bir insan olarak bunun mümkün olmadığını düşünüyorum. Bu artış büyük ihtimalle, daha ciddi istatistik tutulmasının bir sonucu, yani büyük olasılıkla eski vakalar kayıtlara geçmiyordu. Ama Türkiye'de kadına karşı şiddetin arttığını düşünüyorum. İki nedenle: Birincisi göç. Türkiye'de büyük bir göç yaşandı.  Hem ekonomik hem de zorunlu göç. Evlerinden ayrılan, köyleri boşaltılan doğulu güneydoğulu, Kürt vatandaşlar... Göç kadını zayıflatan bir şey; çünkü aile çevresinen kopuyor, uzaklaşıyor, ücretsiz de olsa aileye ekonomik katkı olanağını kaybediyor. Olası bir aile müdahalesi kalmıyor. Kendini güvende hissetmiyor. Göçle birlikte ekonomik sorunlar da başlıyor. Ayrıca göç eden kadınları büyük şehirlerde iş bulmaları neredeyse imkansız. Çalışsalar da en kalitesiz işlerde sigortasız olarak çalışıyorlar..."

Göç eğitimli kadın için imkanların önünü açarken, eğitimsiz kalmış (bırakılmış, eğitim imkanı olmamış...) kadın için daha kabusvari bir hal alıyor. Bizler Beyaz Türkler, okuyor ediyoruz. Geziyor görüyoruz. Babamız ne etek boyumuza karıştı, ne de gece geç kalmalarımıza. Peki göç ettik de ne oldu? Hiçbir şey olmadı. Etek boyumuza karışan adamlarla yapamadık. Yapamazdık. Seçme şansımız vardı. Halimiz vaktimiz vardı. Peki doğudan göç eden bir kadının ne kadar şansı olabilir. Büyük şehir onu yutar, diye korkarlar. Kendini korusun diye daha dikkatli olsun isterler. Büyük şehre geldin, arsızlaştın, huysuzlandın, kirlendin, derler... Kontrol mekanizması ellerinden kaçmaya görsün delirir erkekler. Kontrol etmek zorunda değiller ama öyle büyümüşler. Onlar da bu çarkta kendi baskıları, kendi korkuları ile yaşıyorlar. Onlar da suçlu da asıl soyut kelimeler suçlu insanın elini kana bulayan "namus" gibi. "Temizlik" gibi, "kirlilik" gibi. Hanımhanımlık ile yozluk gibi. İşte tüm bu kelimeler insanı oynatır yerinden. Milliyet gibi, din gibi... ve hatta ele avuca sığmayan para gibi.

Kalbinizi katılaştırmayın, soyut sözcükleri buharlaştırın... İnanmak her zaman inanmak değildir. Gerçekten inandığımı sadece ben bilirim. Namus her zaman namus değildir. Gerçekten namuslu olup olmadığıma benden başkası karar veremez. Hazırlık hocamız İmdat Bey şöyle demişti bir kere: "İnsanı en iyi kendisi bilir." Çok düşündüm de eğer ben bilmezsem kim bilecek??? Etrafımdaki erkekler mi? Hükümet mi? Doktor heyeti mi kürtaj yapıp yapmamam gerektiğine karar verecek olan? Onlar mı bilecekler benim hayatımla ve geleceğimle ne yapacağımı?

Bilmek de soyut bir kelimedir. Herkes "ben bilirim" diyebilir.

Cahit Sıtkı derdi ya: Bilmek yanmakmış...




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

her şey ara verince güzel

 Şimdi eski günlerdeki gibi yine kütüphaneye geldim. Kendi kendime çalışmaya çalışıyorum.  Çalışmadan bir yazayım dedim, ne de olsa uzun zaman oldu.  Akademik alanda ufak projelerde çalışıyor, makaleler üretmeye devam ediyorum. Beynimin eskisi gibi keskin bir şekilde işlemediğini fark etsem de böyle biraz yalnız kalıp bir şeyler yapmak beni rahatlatıyor, hem daha iyi konsantre oluyorum.  Her şey ara verince güzel. Annelik bile öyle.  Geçenlerde Lost Daugther'ı izledim, zaten kitabını da okumuştum yıllar önce, herhalde 2015 yılıydı yahut 2014 yılıydı. Filmi de güzel olmuş, aktristler de harika. Çok beğendim. Sanırım film ile kitabı daha iyi anladım bile diyebilirim. Olivia Colman zaten harika bir iş çıkarmış her zamanki gibi. Bir bakışı bin kelimeye bedel.  Doğal olarak anne gibi hissetmemekten öte sanırım, anne gibi hissetmeyi çok sevmekle beraber belki bu yükün altında biraz ezilmek söz konusu olabilir birçok kadın için. Yahut annelik öyle baskın hale gelir ki ilişkimizi unuturuz.

Biten Arkadaşlıklar

Helal olsun sana Şah artık açık açık yazabilirsin. Biten arkadaşlıklarını, çıkar için ideoloji için. Kıskançlık için ve sevgisizlik için. Gerçekten sevmemiş olmak için, biten tüm arkadaşlıklara gelsin bu yazı. Bir dostumu kaybettim çünkü ayrı fikirlerdeydik Bir dostumu kaybettim çünkü bana kızdı Bir dostumu kaybettim sebebini bile bilmiyorum Gerçekten bilmiyorum neden böyle oldu Kaybolup gittiler düşen yıldızlar gibi Oysa güzeldi günlerimiz Aydınlıktı sözler Paylaşırdık her şeyi Kınamazdık canım o kadar Yoksa kınar mıydık Ben kimseyi aptal bulmadım Ya da tembel Uyardığım olmuştur Belki kimi zaman Çok şey istemişimdir Ne de olsa vermeyi de severim Ama ya hesap yaptılarsa ve dedilerse Ben ona daha çok verdim kim bilebilir ki insanlar neden gelir hayatımıza neden gider neden kırar dökerler giderken güzel güzel gidilmez hiçbir zaman kimisi de geri döner ama yürek kabul etmez kimisi rüyana girer ama aramazsın bir kere bile koparsın zamanla bilemezsin bilemezsi

Goodreads

Goodreads  Son zamanlarda sabahları erken kalkıp birkaç saat boyunca beynimi çalıştırdıktan sonra tekrar uykuya dalma ihtiyacı hissettiğimi görüyorum. Gerçekten de sabah insanın zihni daha bir net çalışıyor. Ben genelde hesap kitap yaparak ve email yazarak geçiriyorum bu zamanı, oysaki yazmalı çizmeli okumalı.  Bu sene ilk defa goodreads'te amaçladığım kitap okuma sayısına erişmiş bulundum. Sayı düşüktü, sadece 15 kitap okuyabildim. Ama o da hiç yoktan iyidir, bu arada yarıda bıraktığım on kitabı saymıyorum, Puslu Kıtalar Atlası, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Bobbi Brown Makeup Manual, ve bir sürü kedilerle ilgili İtalyanca kitap, Alda Merini'nin denemelerinin olduğu harika bir kitap. Bu kitapların hepsi yarım kaldı. Okuyamadım bitiremedim fakat başucumda duruyor. Hadi Alda Merini kısa kısa yazmış bölünse de kitabın sürekliliğine bir zarar gelmiyor fakat romanlarda tabii ki ciddi bir unutma sürecine giriyorum. Mesela Puslu Kıtalar Atlası'nı nedense sevemedim halbuki herkes s