İlk defa İran Edebiyatı’na adım atarak Sâdık Hidayet’i okudum. “Kör Baykuş”. İran edebiyatına dair bilgim Osmanlı zamanında Osmanlı şairlerinin İran şairleriyle yarış içine girmesinden ibaret, desem pek de abartı olmaz. Bir de Ömer Hayyam var tabii ki, ki Ömer Hayyam Sâdık Hidâyet’in en çok okuduğu şairlerden birisi.
Bu kitap Türkçeye Behçet Necatigil çevirisi ile kazandırılmış. Çok güzel bir basım, çizimler Hemad Javadzade’ye ait… Sâdık Hidâyet’i okuduğumu İranlı bir arkadaşa söyledim, Dostoyevski’ye benziyor, anlatımı, karanlığı, dedim. Ondan da beter, dedi. En ünlü yazarlardandır, dedi. Zaten acıklı bir hayat hikayesi de var: Amcasının başbakan olduğu sırada radikal bir Müslüman tarafından öldürülmesinden sonra intihar ediyor Sadık Hidayet sadece kırk üç yaşındayken, gencecikken. Anladığım kadarıyla dünyaya bakış açısı ve ruh sağlığı da pek elvermiyor insanların arasına karışmasına, şöyle diyor kitabında:
“Bana göre değildi bu dünya; bir avuç yüzsüz, dilenci, bilgiç, kabadayı, vicdansız, açgözlü içindi; onlar için kurulmuştu bu dünya. Yeryüzünün, gökyüzünün güçlülerine avuç açanlar, yaltaklanmasını bilenler için. Kasap dükkanı önünde bir sinir parçası için kuyruk sallayan aç köpek gibiydi onlar. Evet, ikinci bir hayat düşüncesi korkutuyor, hasta ediyordu beni. Hayır, bütün bu öğürtü veren dünyaları, bütün bu iğrenç yüzleri görmeye ihtiyacım yoktu benim. Tanrı bir sonradan görme miydi ki dünyalarını ille de göstermek istesin bana? Ama ben, ne yalan söyleyeyim, yeni bir dünya gerekiyorsa, duygularım düşüncelerim uyuşsun körelsin isterdim. O zaman rahat nefes alır, hasta olmaz, ömrümü bir Lingam tapınağında sütunların gölgesinde bir başıma geçirir; gözlerimi güneşten korumaya, insan seslerinin, gürültülerinin, kulaklarımı tırmalamasını önlemeye bakardım.” (s.88)
Kitapta bazı mantık hataları yok değil, ufak tefek aksamalar yok değil. Ama zaten karakterin hayal ve delirme halinde olduğunu düşününce insana normal geliyor bu gel git’ler ve gördüğü hayallerin ve hayaletlerin yeniden farklı hâllerde ve farklı kimliklerde ana karakterin karşısına çıkması. Bunu yazan delirmiş olmalı, diyor insan. Deli falan değil, aslında dünyayla ve sistemle sorunu var. O sistemi kuran ufak kurgularla da derdi var: Evinin karşısında her sabah kesilmiş koyunları seçen kasapla sorunu var, eşiyle, dadısıyla, annesiyle, hayatındaki hemen hemen tüm kadın figürleriyle de alıp veremedikleri var. Ama bir yandan da kadın erkek ayırmaksızın mutlak bir yalnızlık sorunu var. Her şeye yabancılaşmış. Talihsiz bir adam, demeden de geçemiyor insan. Çünkü sorunlu olması için de birçok sebep var ama dünya ile sorunu olduğu kadar din ile ve öteki dünya ile de sorunu var:
“Tanrı gerçekten var mı yoksa kutsal imtiyazlarının korunmasını gözeten bu yeryüzü güçlüleri tarafından, vatandaşlarını daha da rahat sömürebilmek için, kendi tasarladıklarına göre mi yaratılmıştır; yeryüzünün gökyüzüne bir yansıması mıdır; bu gibi şeyleri artık umursamıyor, ben yalnız sabaha çıkıp çıkamayacağımı bilmek istiyordum.” (s.80-81)
Kitaptaki ana karakter, yani hikâyeyi birinci ağızdan anlatan kişi ve kitabın beyninizde oluşturduğu atmosfer, bana Dostoyevski’nin ‘Yer Altından Notlar’ını hatırlattı. Belki de ana karakter yine yalnızlaşmış, yalnızlaştırılmış ve yalnızlığı bir tercih olarak seçmiş ve delirmek üzere. Yazarak daha çok delirenler de var elbette. Tüm bu yaratıcı süreç içinde içtiği afyonları ve bu afyonların sonucunda yaşadığı hafiflemeyi de yazar buraya not düşmeden edememiş. Tüm dünya dertlerinden arınması için tek yolun bu olduğunu söyler gibi...
Kitabı okurken hikayenin paramparça olduğunu görür gibi oluyorsunuz. Çünkü en başta gerçekleşen şey sonrasında başka bir şekilde gerçekleşiyor, olaylar farklı karakterlerle aynı şekilde tekrar ediyor. Yazarın hayal gücünün derinliği nedeniyle, ana karakterin gel gitleri aslında birer delüzyon ve illüzyon mu yoksa gerçek olay örgüsü mü bunu bilemeden kitabı bitiriyorsunuz. Aslında en başta karşınıza çıkan yaşlı adam kimi temsil etmekte? Ve neden ana karakter hep bu yaşlı adamın korkunç kahkahası ile sarsılmakta? Aklınıza yaşlı, pis sakallı bir adam geliyor, işini bilir. Siz de ürküyorsunuz okurken.
Yazarın Hayatına ve Hayatının Eserlerine Etkisine Dair
Karşınızda güvercinler gibi tedirgin bir ana karakter (ve belki de yazar) var. Kitabın son bölümünde Bozorg Alevi tarafından yazarın hayatının anlatıldığı birkaç sayfa var. Karakterine bakıldığında çok sevecen ve insancıl, kimseyi kırmayan birisi olduğu görülüyor. Ciddiye almadığı insanları alaya alan ama kırıcı konuşmayan, kurban bayramında kesilen bir hayvan gördükten sonra çok küçük yaştan itibaren et yemeyi bırakmış birisi yazar. Son bölümünde öğreniyoruz ki yarım bıraktığı hikâyesinde ağ yapamadığı için ölen bir örümcek var, Bozorg Alevi soruyor, bu yazarın gerçek hayatta yaşadığı sıkıntıları mı temsil ediyor?
Yine yazarın hayatında önemli bir noktanın İran’da takdir görmeyip Fransa’da öykülerinin çok ilgi görmekte olduğudur. Siyasi anlamda ülkesinde hayal kırıklığına uğrayan Hidâyet Fransa’ya göç etmiş ve bir süre orda çalışmıştır. Sonra ülkesine tekrar dönerek hayatının büyük kısmını İran’da geçirmiştir. Bu gelgitli hayat, insanlar ve siyaset mevzu bahis olduğunda başa çıkamadığı hayal kırıklıkları, onu dönüştürmüş ve kitaplarının karakterlerini renklendirmiştir.
Bozorg Alevi’nin yazdığı kısa hayat hikâyesinde görüldüğü üzere kitap tekdüze bir mantıkla yorumlanamaz:
“Hiç şüphe yok ki Hidâyet de, dostlarının çoğu gibi, özgürlük düşüncelerinin açığa vurulmasını önlemek, böylece iktidarda kalabilmek için, Rıza Şah rejiminin aldığı kaba kuvvet tedbirlerine kurban giderdi, asıl düşüncelerini dile getirseydi. Öte yandan Kör Baykuş’a bir anahtar-roman olarak bakmak da doğru değildir. Bu roman daha çok, sessizce katlanılan bir acının ifadesidir; kendisinin çektiği, onunla beraber hisseden ve terörün susturduğu diğerlerinin çektikleri acıların ifadesi.” (s. 113)
Belki de kolu kanadı kırık bir kuş gibi hassas olan insanlar bu hayata göre biçilmemiştir. Biraz cabbar biraz vurdumduymaz olmak gerekir bu hayatta ama yazarlar eğer herkes gibi olurlarsa, duyarlılıklarını kaybederler; bu aşırı duyarlılıktır insanı yazar yapan ve her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşündürten. Hidâyet’in bu Kör Baykuş’unun olmazsa olmaz, okunması gereken kitaplar arasında yer aldığını söylemekle mübalağa yapmış olduğumu zannetmem. Size tavsiyem, YKY’nin Kör Baykuş’unu almanız ve aynı zamanda çizimlerle hikâyeyi birleştirerek kitabı büyük bir merakla okumanız. Eminim ki bu hikâye bir yerde size de tanıdık gelecek ve içinize işleyecek.
Kitapta toplam altı yerde daha not almışım ama açıkçası onların hepsini yazsam bir şekilde kitabı size okutmuş olurum, bu da hiç hoş olmaz. O yüzden affınıza sığınarak bu kitabın benim açımdan neleri ifade ettiğini kısaca ifade ederek yazımı bitirmek istiyorum.
Son Sözler
Çoğu zaman insanların niçin bizi üzdüğünü, niçin anlaşılmadığımızı ve neden farklı olduğumuzu sorgularız ergenler gibi. Sonra yakın dostlarımızı ve sevdiklerimizi kaybederiz. Zaman akar gider ama biz bir şekilde sağlam durur ve yaşamaya devam ederiz. Siyaset elimizden kayar gider, kimi zaman sokaklara çıkmak bile faydasızdır. Bazen hayal kırıklığı yaşar ve ölümü düşünürüz, hayatı düşündüğümüz denklikte. Aklımıza çocukluğumuz gelir, ilk aşkımız, ilk aldanmalarımız ve hilekârlıklarımız gelir. Annemiz ve babamızın gençlik halleri... Sonra yalanlarımız ve bozulmuş kişiliğimiz. Yine de kendi vücut ve ruh bütünlüğümüzü korumaya çalışırız. Sürekli bir mücadeledir hayat, sık düşünen ve derinden sevenler için. Tüm bu hassasiyetlerin daha derin bir şekilde, çok ince gözlemlerle, insan doğasının ham maddesine inerek psikolojik çıkarımlarla edebî bir hal aldığını bu kitapta gördüm. Bana Dostoyevski’yi hatırlattı, insanın içinde bitmek bilmeyen o giz ve acı, o sonsuz günah ve kendini sorgulama hali... Bir yandan da bunları ifade edebileceğimiz tek bir ruhun olmaması.
Neyse ki siz varsınız da bu hisleri en güzel şekilde ifade edebilenleri sizlere söyleyebiliyoruz, sevgili okuyucular...
Yorumlar
Yorum Gönder