Üretmek isterdim. Bir şeyler. Ne olursa olsun. İçinden geldiği gibi davranmak, kelimenin tam anlamıyla. Kelimelerin kalabalığından kaçmak. Aynı manaya gelen iki cümleyi kullanmamak. Kaçmak, konuşmaktan. Yazmak. Sevmek ve yeniden sevmek. Anlamak ve anlamaya çalışmak. Sana elini veren, omzunu uzatan, senin için ara sıra telaşlanan bir yürek. Yürümek. Bu sıcakta. Uzun cümleler yazmaya üşenmek. Kızmak kendine. Bundan sonra yapmayacağım, demek. Emek, yemek. En tatlı iki şey. Anneyi hor görmek, kendini hiçe saymak. En büyük iki hata. İşte hayatım bu sıcak mayıs gününde. Senatonun kütüphanesinde, Piazza Minerva'da. Ve ben karışmak isterim şarkısına gülüşlerinin yaşlı Fransız çiftlerin...
Şimdi eski günlerdeki gibi yine kütüphaneye geldim. Kendi kendime çalışmaya çalışıyorum. Çalışmadan bir yazayım dedim, ne de olsa uzun zaman oldu. Akademik alanda ufak projelerde çalışıyor, makaleler üretmeye devam ediyorum. Beynimin eskisi gibi keskin bir şekilde işlemediğini fark etsem de böyle biraz yalnız kalıp bir şeyler yapmak beni rahatlatıyor, hem daha iyi konsantre oluyorum. Her şey ara verince güzel. Annelik bile öyle. Geçenlerde Lost Daugther'ı izledim, zaten kitabını da okumuştum yıllar önce, herhalde 2015 yılıydı yahut 2014 yılıydı. Filmi de güzel olmuş, aktristler de harika. Çok beğendim. Sanırım film ile kitabı daha iyi anladım bile diyebilirim. Olivia Colman zaten harika bir iş çıkarmış her zamanki gibi. Bir bakışı bin kelimeye bedel. Doğal olarak anne gibi hissetmemekten öte sanırım, anne gibi hissetmeyi çok sevmekle beraber belki bu yükün altında biraz ezilmek söz konusu olabilir birçok kadın için. Yahut annelik öyle baskın hale gelir ki ilişkimizi unuturuz.
Yorumlar
Yorum Gönder