Küçük şehirde yaşayan insanlar biraz da baskı altında olduklarından olsa gerek, biraz göz önünde olduklarından, pek geniş alanlara yayılamadıklarından, çok fazla fırsat bulamadıklarından (kültürel ve sosyal anlamda) içmeye meyilli olabilirler. Doktora ile birleşince küçük şehir insanın yaptığı en büyük sosyal aktivitenin içinde içmek önemli bir yer edinir.
Ben bir aralar çok içerdim bir şey olmazdı. 21 yaşındaydım.
Ben bir aralar çok içtim, gastrit oldum, 25 yaşındaydım. Annem hastaydı, kedim de sakattı. Bir de bir sevgiliyi göndermiştik uzaklara, bir daha da dönmemişti. Çok kötü bir durumdaydık, hayatımız durmuştu.
Annem öldü, çok içtim. Tüm paramı biraya harcadığımı bilirim. (tüm param derken kalan harçlığımı)
İçmekten kastım daha çok bira. Kokteyl pek sevmiyorum zaten. Ya şarap ya da bira. Ya da rakı. Tek bir öğe olmalı içinde... Ama bu tek öğe çoklu bir muhabbete, güzel bir kafa dağıtma ortamına, yahut deniz kenarında balık ile eşlik edilecek güzellikte buzlu bir rakıya, arkadaşlığın hatrına dönüşmeli.
Geçenlerde kendimi zehirlemişim. Öyle böyle değil. İki gün kendime gelemedim.
Artık az içiyorum.
Bir bira, finito.
Bir iki kadeh şarap, finito.
Tadında bırakmalı insan. İçince insan kendisi olduğunu zannediyor. Aslında içince insan bilinçaltı oluyor. Bilinçaltı ise bir çöp torbası içinden ne çıkacağı hiç mi hiç belli olmaz.
İçmek yazmaya yardım etmiyor, bir süre eder belki. Ama Deleuze'un dediği gibi bir yerden sonra zarar verir insana. Eğer çok içiyorsa o kişi ve içmeden başka bir iş yapamıyorsa.
İçmek ilham verir yanında sevdiği bir insan varsa kişinin, bir dostu, ailesi...
İçmek muhabbeti derinleştirir, yemek eşliğinde ise.
İştah açar eğer bir kadehse.
Fazla olursa öldürür içmek.
Gün be gün.
Duyguları da öldürür, hayatı da, günleri de, güneşi de.
İnsan mezara girmek ister başağrısından ve kusmaktan.
İçmek güzeldir ama kararındaysa.
Aristotle'ın dediği gibi kararında olmalıdır her şey. İçmek insanın kendi limitlerini bilmesiyle alakalıdır. Kendini bilmiyorsan çok içmeyeceksin, biliyorsan sağlığına zarar vermemek için duracaksın. Herkesin bir sınırı var ve o sınırlar bizim özgürlük alanımızı belirliyor. Eğer bu sınırları bilmiyorsak, esir düşüyoruz Kant'ın dediği gibi kendi çizdiğin sınırların içinde özgürsün. Spinoza da buna benzer bir şey söylüyordu?
Her ne kadar sınırlarımızı beynimiz, düşünce kapasitemiz, hayal gücümüz, fiziksel özelliklerimiz belirlese de...
Her ne kadar düşündüğümüzün dışında bir şey söyleyemesek de Wittgenstein'ın dediği gibi. Ve her ne kadar "becoming" (dönüşmek) önemli bir nokta olsa da insanın hayatında, insan işte bazen sınırlarını bilmiyor. Uçarım zannediyor düşüyor. Koşarım zannediyor emekliyor.
Kaçarım zannediyor kendini uyuşturuyor.
Gerçeklerden kaçıyor kendine başka bir gerçeklik yaratıyor, sabah bir kalkıyor ki aynı gerçeklik karşısında. Bu sefer daha bir telaşlanıyor, daha bir kötü hissediyor kendini, daha bir eziyet ediyor kendine.
Sonra yine bıraktığı yerden başlıyor.
Neyse ki insan dönüşebilen bir yaratık, dolayısıyla aslında akıllanabiliyor da aptallaşabiliyor da. Bu süreçler hep birbirini takip ediyor.
İnsan acaba çektiği tüm bu acıların, yaptığı tüm hataların ve kazandığı tüm başarıların sonunda bir tutamcık mutlu ve bilge oluyor mu? Belki evet.
Evet eğer çok yalnız değilse. Etrafında sevdikleri varsa, gerçekten ona değer verenler varsa ve o insan yaptığı işe güzel anlamlar yüklüyorsa.
Aslında insan insanlık adına bir şey yaptığını hissediyorsa daha mutlu oluyor.
Ama insanlık ne bir odaya kapanıp bir şeyler yazınca kurtulacak, ne de birilerinden sevgi dilenince, ne de bir yere gidip bir şeyler içince kurtulacak insanlık.
Ben bir aralar çok içerdim bir şey olmazdı. 21 yaşındaydım.
Ben bir aralar çok içtim, gastrit oldum, 25 yaşındaydım. Annem hastaydı, kedim de sakattı. Bir de bir sevgiliyi göndermiştik uzaklara, bir daha da dönmemişti. Çok kötü bir durumdaydık, hayatımız durmuştu.
Annem öldü, çok içtim. Tüm paramı biraya harcadığımı bilirim. (tüm param derken kalan harçlığımı)
İçmekten kastım daha çok bira. Kokteyl pek sevmiyorum zaten. Ya şarap ya da bira. Ya da rakı. Tek bir öğe olmalı içinde... Ama bu tek öğe çoklu bir muhabbete, güzel bir kafa dağıtma ortamına, yahut deniz kenarında balık ile eşlik edilecek güzellikte buzlu bir rakıya, arkadaşlığın hatrına dönüşmeli.
Geçenlerde kendimi zehirlemişim. Öyle böyle değil. İki gün kendime gelemedim.
Artık az içiyorum.
Bir bira, finito.
Bir iki kadeh şarap, finito.
Tadında bırakmalı insan. İçince insan kendisi olduğunu zannediyor. Aslında içince insan bilinçaltı oluyor. Bilinçaltı ise bir çöp torbası içinden ne çıkacağı hiç mi hiç belli olmaz.
İçmek yazmaya yardım etmiyor, bir süre eder belki. Ama Deleuze'un dediği gibi bir yerden sonra zarar verir insana. Eğer çok içiyorsa o kişi ve içmeden başka bir iş yapamıyorsa.
İçmek ilham verir yanında sevdiği bir insan varsa kişinin, bir dostu, ailesi...
İçmek muhabbeti derinleştirir, yemek eşliğinde ise.
İştah açar eğer bir kadehse.
Fazla olursa öldürür içmek.
Gün be gün.
Duyguları da öldürür, hayatı da, günleri de, güneşi de.
İnsan mezara girmek ister başağrısından ve kusmaktan.
İçmek güzeldir ama kararındaysa.
Aristotle'ın dediği gibi kararında olmalıdır her şey. İçmek insanın kendi limitlerini bilmesiyle alakalıdır. Kendini bilmiyorsan çok içmeyeceksin, biliyorsan sağlığına zarar vermemek için duracaksın. Herkesin bir sınırı var ve o sınırlar bizim özgürlük alanımızı belirliyor. Eğer bu sınırları bilmiyorsak, esir düşüyoruz Kant'ın dediği gibi kendi çizdiğin sınırların içinde özgürsün. Spinoza da buna benzer bir şey söylüyordu?
Her ne kadar sınırlarımızı beynimiz, düşünce kapasitemiz, hayal gücümüz, fiziksel özelliklerimiz belirlese de...
Her ne kadar düşündüğümüzün dışında bir şey söyleyemesek de Wittgenstein'ın dediği gibi. Ve her ne kadar "becoming" (dönüşmek) önemli bir nokta olsa da insanın hayatında, insan işte bazen sınırlarını bilmiyor. Uçarım zannediyor düşüyor. Koşarım zannediyor emekliyor.
Kaçarım zannediyor kendini uyuşturuyor.
Gerçeklerden kaçıyor kendine başka bir gerçeklik yaratıyor, sabah bir kalkıyor ki aynı gerçeklik karşısında. Bu sefer daha bir telaşlanıyor, daha bir kötü hissediyor kendini, daha bir eziyet ediyor kendine.
Sonra yine bıraktığı yerden başlıyor.
Neyse ki insan dönüşebilen bir yaratık, dolayısıyla aslında akıllanabiliyor da aptallaşabiliyor da. Bu süreçler hep birbirini takip ediyor.
İnsan acaba çektiği tüm bu acıların, yaptığı tüm hataların ve kazandığı tüm başarıların sonunda bir tutamcık mutlu ve bilge oluyor mu? Belki evet.
Evet eğer çok yalnız değilse. Etrafında sevdikleri varsa, gerçekten ona değer verenler varsa ve o insan yaptığı işe güzel anlamlar yüklüyorsa.
Aslında insan insanlık adına bir şey yaptığını hissediyorsa daha mutlu oluyor.
Ama insanlık ne bir odaya kapanıp bir şeyler yazınca kurtulacak, ne de birilerinden sevgi dilenince, ne de bir yere gidip bir şeyler içince kurtulacak insanlık.
Yorumlar
Yorum Gönder