Ana içeriğe atla

kabul edilmeyen öyküler, kabul edilmemesine şaşırmadım

 

Erciyes

Bak gördün mü Erciyes? İşte Erciyes!

Ne heybetli bir dağ.

Ne kadar beyaz ve yüce, bir o kadar hafif, sanki bulutların üzerinde yükselir gibi. Belki de bir hayal bu Erciyes. Belki de seni kollamak isteyen bir dağ. Tepesi karlı, etekleri dumanlı.

Erciyes Dağı: “İç Anadolu Bölgesi'nde yer alan bir yanardağKayseri'nin 25 km güneybatısındaki Sultansazlığı ovaların yanından yükselen büyük kütleli bir stratovolkandır

Sakın bir yerini kırma, dedi annem ben teleferik ile yukarı çıkarken. Arkadaşlarım benimle alay ettiler, bir yerini kırman çok zor, diye. Halime çok güldüler. Oysaki onların anneleri rahattı. Annem rahmetli, telaşlı bir kadındı, korkardı olacaklardan ve sevdiklerine gözü gibi bakardı. Hayır değil ‘evet’ demeyi sevenlerdendi ama ‘prensip’ kelimesini çok sık kullanırdı.

İnsanların gözlerine çok dikkatli bakardı, bir meslek alışkanlığı olsa gerek, onların göz renklerini, hârelerini, göz bebeklerini ve bir insanın göz dibinin ne kadar temiz ve ışıklı olduğunu hemen görüverirdi. Göz hastalıklarını saniyesinde teşhis ederdi.  

Uzun zamandır hissettiğim bir şey bu. Sanki evin içinde, benim yanımda. Nerde olduğunu bilmiyorum ama çok yakınımda gibi. Garip. Bazı sabahlar ağlarım, gözyaşlarımı tutamam veya belki de gerçekçi bir yaklaşımla olanlara bir daha baktığımda aslında cezalandırıldığımı düşünürüm. Kıymetini bilmediğimiz şeylerin elimizden alınması belki de kaderin bize bir cilvesidir. Bazen bu cilve o kadar ağır olur ki... Adı ‘ölüm’ oluverir.   

Gelme, seninle anlaşamayız, demiştim ona, üniversitenin son senesi bitince. O ise bana ya Kayseri ya Boğaziçi demişti, üniversiteye gitmeden önce. Boğaziçi’nin kazanmak için çok çalışmıştım ve kazanmıştım ama içimde bir boşluk vardı. Özgürlük ve büyümek ne kadar güzel olsa da insan ebeveynlerine ihtiyaç duyuyor. Belki de farklı pedagojilerde yetişmiş çocuklardık, ne de olsa ben annemle daha dip dibe vakit geçirmiştim. Son çocuk olduğum için onunla büyüme şansını elde etmiştim. Oysa şimdi bakıyorum da annemin ölmemesi için her şeyi yapabilirdim. Herkes alay etse dahi ana kuzusu olurdum. O ölmeden önce söylediğim sözleri değiştirebilseydim belki ruhum bir nebze rahat ederdi.

Erciyes Dağı’nın tasviri, Roma Dönemindeki madeni paralarda yer alıyormuş.  

En son milattan önce 253 yılında patlamış.

Bilim ve din, ölümden sonra, insanların tamamen yok olmadığını farklı şekillerde söylüyorlar. Dinler ruhumuzdan bahsediyor. Bilim adamları ise ölmüş olan ebeveynlerimizin mitokondrisinin bizde kaldığını ve bizde yaşamaya devam ettiğini belirtiyorlar.  Biz onların devamıyız, sevdiklerimizin. Cenaze merasimlerinde din adamları, bir gün kavuşacaksınız, diyorlar. Bu, ölen kişiyi seven ve arkada kalanlar için çok güzel bir teselli. Astrologlar bu konuda, ölüm bir son değildir, bir bitiştir sadece, diye tartışmaya dahil oluyorlar. Falcılar ölümden bahsetmemeyi tercih ediyorlar. ‘Işığımı tamamla’ diye dua ederken, bir yandan da fark ediyoruz ki sevdiklerimiz gidince, ışığımızın bir parçasını da yanlarında götürüyorlar.

Her ne kadar Erciyes’in tepesinden Akdeniz ve Karadeniz’in göründüğü söylenmiş olsa da dünya yuvarlak olduğu için böyle bir şey mümkün değildir.

Tek bildiğim şey vefattan sonraki ilk senenin bir hayal gibi geçtiğiydi. Pek bir şey anlamamıştım. Kendimi çok yalnız hissedip ağlamanın dışında pek de yapabileceğim bir şey yoktu. Hepimiz kendi kendimize içimize dönmüş, kendi acılarımıza odaklanmıştık. Herkes kendi deneyimini yaşıyor, herkes kendi acısının diğerinden daha üstün olduğunu içten içe savunuyordu.

Bazı psikologlar en küçük çocukların çok etkilendiğini söylüyordu, bazı psikologlar en büyüklerin, bazıları ortancalar en çok etkilenir ölümden, diyorlardı. Diğer psikologlar bunu bilemeyeceğimizi hepsinin göreceli olduğunu ifade ediyordu. Freudcular annenin ölümünün karmaşık duygular yaratacağını söyleseler de Jungcular bir materyalitenin dışında salınıp duruyoruz, zaten bunu anladığımızda ölüm bize çok da dokunmayacaktır, diyorlardı.

Haberler insan ölümlerini bize bildirirken bol bol sayılardan bahsediyorlardı. Akdeniz’de boğulan göçmenlerin sayısı, intihar edenler (bunlar haberlerde en az yer alanlardı), araba kazalarında vefat edenler, korona virüsü nedeniyle ölenler... Türkiye’de kalp krizleri çok yaygındı mesela... Dünyada da birinci sırada kalbin isyanı, ikinci sırada ise adı evlerden ırak ‘kanser’ yer alıyordu. Ya depremler, çığlar, tsunamiler... Erkek arkadaşları, eşleri yahut eski eşleri tarafından öldürülenlere ne demeli? Ne kadar çok ölüm ve ne kadar çok şiddet var. Ne kadar çok şey var insanlık olarak yüzleşmemiz gereken.

Erciyes Dağı’nın oluşumu 20 milyon yıl öncesine dayanır.

Bir gölde yaşanan volkanik patlamalar sonucu Erciyes Dağı oluştu.

Biz yine de diyorduk kendi kendimize ‘insanlık’ ölmez asla. İnsanlar iyidir iyidir, korkmayın herkesten. Korkuyorduk oysaki, evhamlanıyorduk, önlemler alıyor, setler çekiyor ve duvarlar örüyorduk. Demir teller, yüksek binalarda açılmayan pencereler, hastaneler, aşılar, terapiler, hapishaneler, eğitim kurumları, Allah korkusu... derken yine de insan ham yine de insan çiğ süt emmiş yine de insan vahşi ve cahil. Nasıl mümkün oluyordu tüm bunlar? Bazen bir bilim adamını öldüren adam intihar ediveriyordu. Hapse girenlerden de öldürülenler oluyordu, tüm güvenlik önlemlerine rağmen. Kanıtlar yok oluyordu. Karakolda doğru söyleyip mahkemede şaşan bir düzen. Nasıl bir dünyada yaşıyorduk? Küresel ısınma diye bağırıyordu çevreciler ve çevreyi az da olsa sevenler, biz ise hâlâ her şeyi plastiklere sarılmış bir biçimde alıyorduk.

Çocukluğumda her şey kese kağıdındaydı, domatesin bir tadı vardı ve biz suyu kuyudan çekerdik. Kuyu çok derin ve karanlıktı, korkardım. Ama o buz gibi suyun tadı hala damağımda. Annem eve müsvedde kağıt getirirdi. Matematik sorularını onların üzerine çözerdik. İnsan müsveddesi iyi bir şey değildi ama müsvedde kağıt çok güzel bir şeydi.

Yakın zamanda, yediğimiz yemeklerden bile plastik çıkmıştı ama bunu yapan şirket hiçbir zaman tarihten silinecek düzeyde batmamıştı. Nasıl olmuştu da biz kendimizi tüm bu adaletsizliklerin arasında bulmuştuk! Bunları düşünürken aklıma annem geldi, hayattaki başarısızlıklarım geldi... İyi ki dedim, annem benim başarısızlıklarıma tanık olmadı, eminim haberi vardır yine de, görüyordur, derken, uykum kaçtı. Hemen kalktım ballı süt yaptım, içine biraz da tarçın kattım. Her zaman oynamaya müsait şeker seviyemizi düzenleyecek olan tarçın geleceğe dair birçok sorunun cevabını o güzel renginde ve kokusunda taşıyor, belki de tüm bu sorunları biraz olsun unutturuyor ve devaların sabretmeden bulunamayacağını imâ ediyordu. Keşke herkes dertlerine biraz tarçın, biraz şeker katsa, bir damla bal, o dertler ne güzel yenilir yutulur.

Erciyes’in tepesinde her zaman biraz kar vardır. Erciyes Dağı’na çıkan yol virajlıdır. Güzeller güzeli bağlardan geçilir, Erciyes tertemiz bir havaya sahiptir. İnsanın iştahını açar. Dağa çıkılınca ekmek arası sucuk yenilir. Sıcak sıcak sahlep içilir. Sahlep dünyanın en güzel içeceklerinden biridir, ama bunu herkes bilmez.

Sabah dişimi fırçaladım, biraz spor yaptım ve sonra çalışmaya oturdum. Haberleri okumamaya karar verdim. Gerek yok, dedim, bugün haberleri okumayacağım. Oysa biliyorum ki atalarımız her şeyin cevabını vermişti.

Gelin girmedik ev olur, ölüm girmedik ev olmaz.

İt ürür kervan yürür.

Erken kalkan erken yol alır.

Üşenenin oğlu uşağı olmamış, derdi annem. Hazıra dağ dayanmaz, derdi. Anneme küçüklüğümden beri en çok hangimizi sevdiğini sorardım. Bana parmaklarını gösterir, bak bunu kessem de, diğer parmağımı kessem de aynı acıyı hissederim, diye cevap verirdi. Özel olmayı istemektense eşit olmayı istemek... Ama eşit olmayı kim istiyordu ki? Herkes en sevilen ve en kayrılan olmak isterdi. Ben en son çocuk olduğumdan en çok sevildiğim yanılgısına kapılırdım küçükken. Tekne kazıntısı, sonradan olma. Annem, ‘eşitsiniz’ demektense bir elin parmakları kesilince yaşayacağı acının aynı olduğunu ifade ederdi.

Erciyes Dağı, 2,5 milyon yıl önce etrafındaki dağları (Ali Dağı, Yılanlı Dağ ve Beşparmak Dağı) oluşturdu. Şimdi ise sönük bir volkan olduğu söyleniyor.

Beşparmak Dağı. Demek ki biz kardeşlerimle bir elin parmaklarıydık. Kimimiz kısa, kimimiz uzun. Kimimiz daha baskın, kimimiz daha geri planda kalmayı seven; kimimiz daha çekingen, kimimiz daha cüretkâr; kimimiz altın yüzük için daha zarif, kimimiz kısa fakat güçlü tasarlanmıştık. Ama önemli olan buydu işte: eşittik. Annemin gözünde.  

Uzaklaştıkça yakınlaşan, yakınlaştıkça uzaklaşan dağ... Erciyes...

Geçenlerde annem rüyama girdi ve ona tekrar aynı soruyu sordum. En çok hangimizi seviyorsun? Bana en çok ablamı sevdiğini söyledi. O kadar kızdım ki çocukluk albümümü yere attım ve kaçarak koşturmaya başladım. Güya hastanedeydik ama ben labirent gibi bir yere girmiştim. Uzun koridorlardan geçtim, dönüp dolaşıp aynı yere geleceğimi zannediyordum ama bir daha annemi bulamadım. Aslında şöyle vuku buldu her şey: Ben annemden kaçtım ve labirentimsi bir yerde buldum kendimi, bu yer önce bir hastane oldu sonra bir rezidans, bir iş yeri. Bankalar vardı, şirketler vardı, asansörler. Beni ürküten yerler. Hastanenin yolunu sordum önce, sonra bir yurda dönüştü bu labirent. Uzun süre koşturdum, bakındım, sağa döndüm, sola döndüm, binanın öteki tarafına geçmek için bir avludan geçtim. O avludan sonra vardım zannettim. Anneme varamadım.  

Yıllar önce yine bir labirent gördüğümde buranın bir şehrin temeli olduğunu anlamakta gecikmemiştim. Şehrin altında yani yerin altında bir labirent vardı ve ben orada turnike kapılardan geçe geçe yürüyor ve labirentin dışına çıkıyordum. Hızlı adımlarla çıktığım bu labirentten sonra kendimi bir ormanın içinde buluyordum. Bu orman labirente tam bir tezat oluşturuyordu. İnsan eliyle yapılmamıştı. Alabildiğine vahşi idi. Bir kaplan ile göz göze geliyorduk ve bu kaplan beni kovalamaya başlıyordu. Deli gibi koşuyordum ormanın içinde. Kaplan beni ormanda da kovalamaya devam ediyordu. Sonra bir ev ve bir havuz görüyordum. Bir havuza giriyor ve yüzüyor, kaplan yüzmez zannediyordum. Kaplan yüzüyordu, suya atlamıştı bile. Ben kaçmak için elimden geleni yapmıştım, havuzdan çıktım ve havlu attım. Kaplan da havuzdan çıktı. Yanıma yaklaştı tüm iştihamı ile. Kaplan beni yese de yüzüklerimi yutmasın diye iki evlilik yüzüğünü çıkarıp yanıma koyuyordum. Ölmeye hazır olduğumun ifadesi idi bu. Kaplan bir an için yüzüklere ve gözlerime bakıyor, sonra da bana hayatımı bağışlıyordu.

Yargılarım labirentin duvarlarından daha kalın. Önyargılarım bir Erciyes yüksekliğinde. Her ne kadar beton diktilerse de eteklerine, Erciyes yükseliyor bulutların üzerinde. İşte ben de böyle bakıyorum hayata. Öyle güzellikler ve yücelikler vardır ki onları saklayamazsınız, bozamazsınız, değiştiremezsiniz ve yok edemezsiniz. Tüm çirkinlikler o güzelliklerin eteklerinde kalır.

Ve biliyorlar ki ilk ağacı kesmeye cüret ettikleri zaman annemin yazdığı dilekçeye rağmen, ki onunla alay etmişlerdi, beton şehirleşme projeleri başlatıldı, ağaçlar kesildi, yeşil semtler beton semtlere dönüştü... Yine de dedim ya, bazı şehirlerin güzellikleri zamanla ölçülemez ve zamanla silinemez. Bir gün bir deprem olsa ve her şey yok olsa kala kala geriye Erciyes Dağı kalır. İşte tam da bu yüzden ormanlar Avusturalya’da yahut Amazonlarda yakılsa da Aborjinler kayıp edecek bir şeyleri olduğu için değil ağaçlar için üzülürler ve o ormanı evi gibi bilen tüm hayvanlar, hayali ağaçlarına sarılıp yeniden mutlu olurlar. Çünkü anneler gidince ağaçlara sarılmak lazım. Ağaçlar gidince kime sarılacağız? Hepimiz yanan bir ağaçtan yaratılmadık mı? Eğer öyle ise neden kendimizi yakıyoruz? Ben de bir gün anneme sarılacağım. Yine bir gün.

Erciyes Dağı, bu ikinci hareketinden sonra derin bir sessizliğe büründü. 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

her şey ara verince güzel

 Şimdi eski günlerdeki gibi yine kütüphaneye geldim. Kendi kendime çalışmaya çalışıyorum.  Çalışmadan bir yazayım dedim, ne de olsa uzun zaman oldu.  Akademik alanda ufak projelerde çalışıyor, makaleler üretmeye devam ediyorum. Beynimin eskisi gibi keskin bir şekilde işlemediğini fark etsem de böyle biraz yalnız kalıp bir şeyler yapmak beni rahatlatıyor, hem daha iyi konsantre oluyorum.  Her şey ara verince güzel. Annelik bile öyle.  Geçenlerde Lost Daugther'ı izledim, zaten kitabını da okumuştum yıllar önce, herhalde 2015 yılıydı yahut 2014 yılıydı. Filmi de güzel olmuş, aktristler de harika. Çok beğendim. Sanırım film ile kitabı daha iyi anladım bile diyebilirim. Olivia Colman zaten harika bir iş çıkarmış her zamanki gibi. Bir bakışı bin kelimeye bedel.  Doğal olarak anne gibi hissetmemekten öte sanırım, anne gibi hissetmeyi çok sevmekle beraber belki bu yükün altında biraz ezilmek söz konusu olabilir birçok kadın için. Yahut annelik öyle baskın hale gelir ki ilişkimizi unuturuz.

Biten Arkadaşlıklar

Helal olsun sana Şah artık açık açık yazabilirsin. Biten arkadaşlıklarını, çıkar için ideoloji için. Kıskançlık için ve sevgisizlik için. Gerçekten sevmemiş olmak için, biten tüm arkadaşlıklara gelsin bu yazı. Bir dostumu kaybettim çünkü ayrı fikirlerdeydik Bir dostumu kaybettim çünkü bana kızdı Bir dostumu kaybettim sebebini bile bilmiyorum Gerçekten bilmiyorum neden böyle oldu Kaybolup gittiler düşen yıldızlar gibi Oysa güzeldi günlerimiz Aydınlıktı sözler Paylaşırdık her şeyi Kınamazdık canım o kadar Yoksa kınar mıydık Ben kimseyi aptal bulmadım Ya da tembel Uyardığım olmuştur Belki kimi zaman Çok şey istemişimdir Ne de olsa vermeyi de severim Ama ya hesap yaptılarsa ve dedilerse Ben ona daha çok verdim kim bilebilir ki insanlar neden gelir hayatımıza neden gider neden kırar dökerler giderken güzel güzel gidilmez hiçbir zaman kimisi de geri döner ama yürek kabul etmez kimisi rüyana girer ama aramazsın bir kere bile koparsın zamanla bilemezsin bilemezsi

Goodreads

Goodreads  Son zamanlarda sabahları erken kalkıp birkaç saat boyunca beynimi çalıştırdıktan sonra tekrar uykuya dalma ihtiyacı hissettiğimi görüyorum. Gerçekten de sabah insanın zihni daha bir net çalışıyor. Ben genelde hesap kitap yaparak ve email yazarak geçiriyorum bu zamanı, oysaki yazmalı çizmeli okumalı.  Bu sene ilk defa goodreads'te amaçladığım kitap okuma sayısına erişmiş bulundum. Sayı düşüktü, sadece 15 kitap okuyabildim. Ama o da hiç yoktan iyidir, bu arada yarıda bıraktığım on kitabı saymıyorum, Puslu Kıtalar Atlası, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Bobbi Brown Makeup Manual, ve bir sürü kedilerle ilgili İtalyanca kitap, Alda Merini'nin denemelerinin olduğu harika bir kitap. Bu kitapların hepsi yarım kaldı. Okuyamadım bitiremedim fakat başucumda duruyor. Hadi Alda Merini kısa kısa yazmış bölünse de kitabın sürekliliğine bir zarar gelmiyor fakat romanlarda tabii ki ciddi bir unutma sürecine giriyorum. Mesela Puslu Kıtalar Atlası'nı nedense sevemedim halbuki herkes s