Hikâye
Kahramanını Ararken
Bir Şekerpare Kurudu
Bana bir hikâye yaz dediler.
Ben de yazmaya başladım. Hikâyenin başına bir kadın koydum. Bu kadın çok umutsuzdu.
O kadar umutsuzdu ki attım onu, dedim ki, kendini
fazla kurban yerine koyuyorsun, çık bu psikolojiden, çıkmazsan eğer, hikayenin
kahramanı olmaktan men ederim seni. Men mi dedin dedi bana? Evet ne var, dedim
ben de. Men erkek demek değil mi dedi? Hani kullanmıyorduk bu kelimeleri, dedi,
ben de feminist kesildin başıma, ben de feminist sayılırım ama kelimelere
takılmıyorum, dedim. Kelimelere takılmadan hikâye falan yazamazsın, dedi.
Haklıydı.
Neyse sonra onu
evine bıraktım.
Sonra hikâyenin
ikinci karakterini aldım. Hikâyenin ikinci karakteri 82 yaşında emekli bir
albaydı. Elvis Presley’nin konserine katılmış, kendi uçağını kendisi yapmıştı,
Amerikalı üslerine başkaldırmış ve kafasına göre yaşamıştı. Kurtulacak tek şeyi
zincirleriydi, onları kırmıştı ama şimdi yaşlanmıştı. Sende çok anı var,
hepsini yazamam ki dedim. O da birini yaz dedi, detaylarını anlat yazayım,
dedim. Hikayenin tamamını hatırlayamadı ama onu da yormak istemedim. Öyle
olunca onun hikayelerini nadasa bıraktım.
O uykuya
daldıktan sonra başka bir hikâye kahramanıyla görüştüm, yeni görüştüğüm kadın
amansız bir kadındı, bana alkol ile olan ilişkisini anlatacağını söyledi, ben
de nasıl anlatabilirsin ki, mümkün değil, bana sen yaşadığın bir anıyı anlat ki
ben onu hikâyeye dönüştüreyim dedim. Yok, dinletemedim. Başladı bana tüm
başından geçenleri anlatmaya, ben de not aldım, senin hayatın bir roman buradan
kısa hikaye çıkarmak sana haksızlık olur, dedim. O da bir içki daha içelim mi? Diye
sordu. Tamam, dedim, bir kokteyl daha
gelsin, kokteylin adı ‘üzme tatlı canını’, ona dedim ki ‘üzme tatlı canını’. O
da sağ olsun dinledi beni, bu içkiden sonra eve döndük.
Hikâye
kahramanı arama çalışmalarım devam etti. Kendi hikâyemi anlatayım dedim öyle
olunca. Benim de başımdan bin bir türlü şey geçti. Ama maalesef bir tanıdığım
şöyle dedi ‘kim seni dinlemek ister ki?’ E dedim Louis Bourgeois öyle yapın
diyor dedim, kendi hikâyenizi anlatın, herkese ilginç gelecektir, diyor dedim.
Ben o kadını oldum olası sevmem, dedi. Ben de senin sevmen önemli değil,
dünyaca ünlü kendisi, dedim. Hemen kendime ait bir odaya çekildim. Biraz da
paraya ihtiyacım vardı, Virginia Woolf kitabında o ‘biraz parayı’ nasıl
kazanmamız gerektiğini yazmış mıydı? Hatırlamıyordum, kitaba geri dönmem
gerekecekti.
Ah dedim
azizem, çok yaratıcı zamanlar bunlar, çok yaratıcı şeyler yazacağım, çok harika
şeyler yazacağım, insanlığı ve dünyayı yerinden oynatacağım, güçlüler güçlü
olduklarına üzülecek, zenginler paralarını yazarlara verecek, fakirler kitap
yazacak ve ünlenecek, her şey benim hikâyemden önce ve sonra diye ikiye
ayrılacak, diye düşünmeye başlarken uykuya dalmışım.
Rüyamda hikâye
kahramanı aramaya devam ettim. İlk uykuya dalışımda bir kadının göğüslerinden
çıkıveren demir parmaklıklarla sarsıldım. Göğüs kanseri mi demekti acaba bu? Sonra
tekrar uykuya dalmışım bu sefer de rahmetli annemi gördüm, bana gülümsüyordu,
ben yine bavulları toplamış bir yere gitmeye hazırlanıyordum. Ama hepsinden
daha ilginci rüyalarımda bile fantezi denilen öğe çok kısıtlıydı. Ben de kendi
kendime şöyle dedim: Rüyana da sana da!
Rüyalardan
da kahraman çıkmayınca tanıdıklara sormaya başladım. Bildiğiniz bir hikâye
kahramanı var mı? Tanıdığım bir yazar dedi ki: hayal gücünü kullan, eminim ki
başarılı olacaksın. Hayal gücünün sınırlarını zorla, dedi. Her şeyin armut piş
ağzıma düş diye eline geçmesini bekleme. Biraz zorla kendini, dedi. Ben de
dedim ki aslında ben kendi hayatımı anlatsam ilginç hikâyelerim var, dedim.
Saçmalama dedi, egondan kurtul, benliğinden çık, kendini anlatıyorsan bile
başkasıymışsın gibi anlat, dedi. Bu bana çok iki yüzlü bir hareket olurmuş gibi
geldi. O yüzden de kendimi anlatmaktan vazgeçtim.
Ben zaten
kendimi anlatmayacağım ama daha o hayallerimde aradığım hikaye kahramanına
rastlayamadım, dedim. Herkesin bir hikâyesi var, herkes ilginç şeyler yaşamış.
Mesela Musa asasıyla denizi ikiye ayırmış, kimisi doğar doğmaz konuşmaya
başlamış, kimisi büyüleri bozmuş, kimisi kara bahtı kör talihi yenmiş, kimisi
Zeki Müren olmuş, kimisi Freddie Mercury, herkesin bir mucizesi var... onların
bir hikâyesi var ama benim anlatabileceğim bir mucize yok, dedim.
Bu sevgili
yazar arkadaşım bana, bir ânı ballandıra ballandıra anlat dedi. O da bir hikâyedir.
Dedi. Ama sanki onu yavaş çekim görmen gerekiyor, diye ekledi. Yavaş çekim
görmek için acaba ot mu içsek diye düşünmedim değil. Ota boka gerek yok, otur
yaz, dedi bana.
Tamam,
dedim.
Bir ânı
düşündüm, tek bir an...
O mavi gözlü bir devdi, minnacık bir kadın sevdi
Kadının hayali minnacık bir evdi,
Bahçesinde ebruli hanımeli açan bir ev...
.....
Rahata
acıktı kadın
yoruldu devin büyük yolunda.
yoruldu devin büyük yolunda.
Nedense
aklıma Nazım’ın bu şiiri geldi. Özellikle de ‘rahata acıktı’ kısmına hep
takılırdım ister istemez. Ne demek yani, rahata açtı diye koskoca mavi gözlü
dev bırakılır mıydı yahu? Ama galiba bu işin içinde başka işler vardı da şair
bize her şeyi anlatmak istememişti gibi geldi bana. Düşününce, kahramanımın tüm
özelliklerini ve yaşanan her şeyi tüm detaylarıyla anlatmama gerek yokmuş gibi
geldi. Neydi bu yazının sırrı? Neydi edebiyatın derdi? Neden bazıları sadece
siyahi kadın yazarları okuyordu? Beyaz batılı erkeklerin edebiyatı işgal ettiği
doğru muydu?
İlham almak
için kitapçıya gittim. Yazarların isimlerine bakınca çoğunun erkek olduğunu
gördüm. Orda çalışan birisine sordum, adını hatırlayamadım, en büyük hikâye
yazarlarımızdan, bir kadın yazar... adı dilimin ucunda hatırlayamadım, dedim. Çocuk
hiç hatırlayamadı, sonra dedim ki Tomris Uyar! Kitapçıda çalışan çocuk, ona pek
rağbet yok, o yüzden getirtmiyoruz artık, dedi. Ben de hırslandım. Kadın
yazarları aradım. Buldum: Leylâ Erbil, okudum ve bayıldım. Ayla Kutlu, okudum
ve bayıldım. Kitapları aralara saklanmıştı. Onların da hikâyeleri vardı,
birbirinden güzeldi hem de. Sade idi dilleri. Leyla Erbil ‘tuhaf bir kadın’dı
doğrusu. Ayla Kutlu ise emekli olunca bir sürü kitap yazmıştı. Ben de emeklilik
günlerimin hayalini kurdum, yine uykuya dalmışım. Eşim uykumda konuştuğumu
söyledi, demişim ki: ‘bu işte bir iş var’.
Bu işte bir
iş var diye düşünürken biraz yorgun düştüm.
Ama en sonunda hikâye karakterimi buldum. Küçük bir kızdı bu. Adı
Gülizar. Şimdi size Gülizar’ın hikayesini anlatacağım.
Gülizar her akşam annesinin işten dönmesini bekliyordu.
Saat akşam altı oldu mu annesinin gelmesi yakın demekti. Ama bazen gelişi
yediyi de buluyordu. Annesi özgür ruhlu bir kadındı ve çok çalışıyordu. Gezmeyi
sever ve gezmelere Gülizar’ı da yanında götürürdü. Akşamları televizyon
izlerken bir sigara tüttürürdü ve Gülizar ‘anneciğim sigara içme’ dediğinde,
‘tek lüksüm bu’ derdi. Ona inanır mıydı Gülizar, belki de inanırdı... Ne de
olsa annesi dünyanın en mutlu kadını sayılmazdı. Hayatını Gülizar da dahil çevresindekilere
adamış, bir an olsun kendisini düşünecek zaman bulamamıştı.
Annesinin ona şeker çikolata getirmeyi bıraktığını fark
ettiği zaman Gülizar üzüldü ama anladı ki artık büyüdü, ve böyle şeyleri
annesinden beklemesine gerek yok. En güzeli de okul sonrasında annesine her
şeyi anlatmasıydı, olanı biteni ne var ne yoksa. Gayet gururlu bir aileydi
Gülizar’ınki, Gülizar’ın notları iyiydi ve usluydu. Sorun çıkarmak istemezdi,
sorun çıkarmamak için elinden geleni yapardı, ne de olsa bu şehirde sorun
çıkarmak demek dile düşmek demekti. Hele genç kızlar için... sorun demek alnına
yazılan bir yazı gibiydi, bir daha silinemezdi.
Günlerden
bir gün...
Ben bu hikâye
karakterini sevmedim, işine son veriyorum. Gülizarcığım, çok üzgünüm ama senin
hayatında hiçbir şey olmuyor. Olmasına da izin vermiyorsun, neyi
anlatabileceğimi kestiremiyorum. Heyecan yok, tutku yok, dedim. Gülizar üzüldü
üzülmesine ama dedi ki: İstanbul’da yaşayacaklarımı duyunca hemen hayatımın
romanını yazmak isteyeceksin, bekle de gör. Tamam, dedim, sen büyüyünce
konuşuruz.
Bu arada
başıma başka bir kahraman çıktı. Siyah uzun tüylü sarı gözlü şımarık bir
veletti bu. Adını sormayın. Adını ben de bilmiyorum. Sürekli benden bir şeyler
beklermiş gibi gözlerimin içine bakar. Sürekli yemeği değişsin ister. Sürekli
dışarı çıkmak ister ama pencereden bir ses duysa hızla kaybolur ortalıktan. O
yüzden de dünyanın en ürkek ve aynı zamanda en kaprisli kedilerindendir. Benim
hikâyemi yaz, diye ısrar etti. Ben de dedim ki, senin hayatın bir yemek bir
uyku, neyini anlatayım dedim. Uzun uzun nasıl tüylerimi temizlediğimi, kızınca
nasıl size saldırdığımı, her sabah izlediğim ama asla ele geçiremediğim o
güvercinleri, soğukta yorganın altına girişlerimi, beni veterinere götürüp
toplarımı aldırdığınız o günü anlat, dedi. Gözlerinde bir hınç, bir ışık vardı.
Bir yandan da hüzünlüydü sanki. Beni tamamen insanların dünyasına hapsettiğiniz
o günü anlat, hadi anlat! dedi. Sonrasında da kaçtı gitti. Bir daha da
görünmedi gözüme. Sanırım kendisini sakinleştirmek istedi. İçerde bir tıkırtı
duydum, en sevdiğim kitaplarımı yerlere atmış.
Herkesin bir
hikâyesi var, bir ihaneti, bir şiddeti, bir ölüsü, bir sevgisi. Hikâyeden bol
ne var. Ama ben size tanıdığım birisinin hikâyesini anlatacağım. Bana kulak
verin.
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal
iken pireler berber iken ben annemin beşiğini tangır tungur sallar iken, bir
ağaç doğmuş. Bu ağaç dünyanın en yeşil en güzel ağaçlarından biriymiş. Kökleri
dereler kadar uzun, dalları demirden güçlü imiş... Yapraklarının şeklini
kıskanırmış diğer ağaçlar. Meyvelerinin bolluğunu da kıskanırlarmış, o bir
kayısı ağacıymış. Şeker pare imiş. Güzel olmasına güzelmiş de kayısıları ondan
daha güzelmiş, hepsi birbirinden tatlı hepsi birbirinden lezzetli imiş. Bu
kayısılardan marmelat yapmış evin hanımı. Reçel yapmış. Dostlarına dağıtmış. Yıllar
böylece geçmiş gitmiş. Fakat bir gün evin hanımı hastalanmış, ölmeye yazmış. O
yazı zor atlatmış. O yaz kayısı ağacı en güzel meyvelerini büyük bir
cömertlikle sunmuş. Reçeller bakırlara sığmamış, marmelatlar bitmek bilmemiş.
Kaynadıkça çoğalmış kayısılar. Evin her köşesi kayısı imiş, evin her tarafında
kayısılar kaynadıkça kaynamış, şekerlere bulanmış. Çok sevinmiş evin hanımı,
çok mutlu olmuş, hiçbir kayısı araya verilmemiş. Hepsi yerini yurdunu bulmuş.
Tüm ağaçlar coşmuş, hepsi meyvelerini şeker pare ağacı kadar çok vermek için
yarışmışlar. Böylece geçmiş bir yaz. Diğer ağaçlar da o yaz en güzel
meyvelerini vermişler, en bereketli yazlardan biriymiş. Sonbahar biraz hüzünlü
geçmiş. Evin hanımının hastalığı ilerlemiş.
Sonra kış gelmiş, doktor demiş ki ‘ölmek üzeresiniz’.
Mümkün değil demiş evin hanımı. Daha yapacak çok işim vardı benim, daha oğlumu
davul zurna ile evlendireceğim, daha kızım gelin olacak. Daha torunlarımı
büyüteceğim. Daha toplayacak kayısılarım var. Hem ben bir Türk kahvesi bir
sigara bir dost için bir gün daha yaşamak istiyorum. Allah ile bir pazarlık
yapmak istemiş evin hanımı, eğer benim canımı alacaksan, çocuklarıma uzun
ömürler ver. Daha bilinmiyor bu isteği kabul edilmiş mi edilmemiş mi ama kışın
sonunda yatalak bir şekilde bakılmaya
başlanmış. Bahar böylece geçmiş. Çocuklar her gün korkmuşlar, annemiz bugün de
kalacak mı ... yoksa gidecek mi ...
Temmuz ayı gelmiş, temmuzun ortasında evin hanımı herkese
veda etmiş. Üç çocuğu varmış. Kalbi üç defa atmış. Öyle demişler. O üç atış son
üç atışı olmuş kalbinin. Öldüğünde cildi bir mermer kadar parlak, saçları bir
ağaç kadar gürmüş. Evin hanımı öldükten sekiz sene sonra kayısı ağacı, şeker
pare de kurumuş. Öyle kurumuş ki kimse inanamamış nasıl olduğuna. Tam sekiz
sene boyunca kayısı olmamış eskisi gibi, evin hanımının ölümünden bir sene
önceki yazda olduğu gibi. Kimisi der ki kuraklık, kimisi der ki küresel ısınma,
kimisi der ki bakımsızlık. Bazısı der ki evin hanımını özlemekteydi o ağaç, o
ağaca en güzel sahip çıkan oydu. Şekerpareyi en çok seven oydu, en çok sulayan
oydu. Evin hanımını bekledi ama o gelmeyince kurudu.
Bu ağaca çok özenen evin hanımının çocukları tohumlarını
aramışlar kenarda köşede bulamamışlar. Çekirdeklerini aramışlar, onları da
bulamamışlar. Keşke demişler çekirdeklerini atmasaydık, belki bu ağacın
aynısına sahip olabilirdik. Çok üzülmüşler. Annemiz yaşasaydı, o da üzülürdü
diye düşünmüşler.
İşte bu
hikaye de böyle sona erer. Artık hikâye kahramanı aramaktan vazgeçtim. Şekerparenin
yerini kim tutabilir ki?
Yorumlar
Yorum Gönder