Önceki Meseleler: Pati ve Apartman Sakinleri
Zannedersem Pati'nin akıbetini herkes merak etmektedir. İki tane izleyicim var zaten. Onun dışında dostlar da hatır olsun, üzülmeyeyim hevesim kırılmasın diye okuyorlar zaten. Şaka yapıyorum. Geliştireceğim kendimi aşacağım, hiç telaşe etmeyin. Yavaş yavaş. Pasiflora ile, rakı ile, sigara ile, şiir ile, biraz aşk kırıntısı, biraz üzüntü, biraz umut ve biraz bıkkınlık ile aşacağım. Dilediğiniz seviyede bir yazar olacağım zevzek olmayan.
Özete gelelim öze gelelim. Pati hakkında o yazıyı yazdıktan sonra onu kucağıma aldım ve fark ettim ki üzerinde pireler cirit atıyor. Eyvah, dedim, yıkamak lazım. İki defa yıkadım. Olmadı. Hayvancağız titriyor. Hemen havluyla kuruladım. Çarşafın altına aldım. Ayaklarımın dibinde titreye titreye uyudu. Tekrar baktım. Pireler suratında gezinmeye devam ediyordu. Zaten kulaklarını da temizlemeye çalışmış ama o kadar başarılı olamamıştım. Sonra, dedim "ben bunu bırakayım". Aldım elime koliyi içinde gazeteler ve üstünde benim hiç giymediğim bir bluz, aşağıya koyayım kedoşu dedim. Apartmanın içinde bu kutunun içinde dursun, giriş kapısının hemen yanında. Bizimkinin kutuda duracağı yok. Saat gecenin ikisi oldu mu? Yok el mahkum benimle kalacak bu gece. Sabah da kahvaltısını yapacak gidecek. Sabah baktım, halının ucuna yatmış. Meraklandım ben de nerde, diye. Hatun doğaya alışık ya öyle haşır neşir olmak istemiyor. Hemen haşlanmış yumurtasını biraz dişledi, çok da yedi denemez. Dışarı bıraktım bunu kutusuyla. Pencereden de takip ettim. Sorun yoktu. Bizimki bir prenses edasıyla kendisi gibi küçük başka bir kedinin şaklabanlıklarını izliyordu.
Ertesi gece arabadan indim ki ne göreyim. Dibimde bitti. Bu sefer eve almadım ama apartmanın içine aldım ve süt verdim. Karşı komşunun paspasının köşesinde uyuyuvermiş. Sonraki gün Antalya'ya gittim ki bir telefon bizim Cafer Ağbi'den: "Kediyi içeri almışsın"
-Evet, aldım.
-Apartmanın merdivenlerine çiş yapıyor. Alma bir daha.
-Tamam Cafer Ağbi.
Gel gör ki bu sefer ben yokken ağbim almış kediyi içeri. Aşağıda insanlar konuşuyorlarmış. "Kim alıyor bu kedileri içeri? Ne ayıp!" Cık cık cık. Sonra efendim bir de yazı yazmışlar "Kedileri içeri almayın" diye. Bir kediye karşı bu kadar örgütlenme gücüne sahip apartman sakinlerinin başka bir "düşman" karşısında bu kadar bütünlük içinde hareket ettiklerini ne gördüm ne duydum.
Bu arada ağbim bizim Pati ile oynayan çocuklara da kızmış. Çocuklar kediyi beslediklerini ve ona baktıklarını iddia etmişler ama Samsa tatmin olmamış ve yanlarına gidip 15 dakka kadar oturarak onlara gözdağı vermiş. Pati sahipsiz değil, imajını çizmiş. Kendisini burdan saygıyla selamlıyor, sevgiyle kucaklıyorum.
Adrasan
Her yaz Adrasan'a giderim. Oraya kimler gitmiyor ki? Enteller, danteller, kediseverler, köpekseverler, Türk erkeği sever İngilizler Almanlar, dışlanmış yazarlar, kaybedenler, kazananlar, Şesular, Banu Alkanlar, uçmuşlar kaçmışlar...
Ben orda dinlenirim. Kafamı dinlerim. Ama asla kendini dinlemekten başkasını dinlemeye vakit bulamamaya yahut o kadar bencilleşmeye kadar varmaz bu iş. Sanki orda zaman durur, o dinozor biçimindeki dağ seni kucaklar, o mavi koy sana güven verir, herkes bir şeyleri unutmuş ve sanki kendisini tecrit etmiştir. Araba gürültüsü yoktur. Olsa olsa çocuk gürültüsü, ona da bir süre sonra alışılıyor zaten.
Orda ÖSS'ye hazırlandım. Orda platoniklerim yüzünden alkol komasına girdim. Orda yeğenimin büyümesine şahit oldum; güzel insanlar tanıdım. Hem de tanıyabileceğim en güzel insanları belki de. En çok da gülen ve parlayan gözlerle orda karşılaştım. İçinde olanı bir ayna gibi yansıtan yalansız dolansız va kaçamaksız gözlere, Vahdet Dayı'nınkiler gibi. Ve ilk defa bu sene başardım Vahdet Dayı'nın gençliğinde yaşadığı aşk hikayelerini dinlemeyi: Annesinin kabul etmediği kısa saçlı Ermeni kızı ile imkansız aşkları, kibrit kutusunun içine konulan mektuplar ve daha neler. Ama ondan dinlemek lazım. Ben anlatsam da kar etmez.
Orda her akşam rakımı içtim, dinlendim ve en güzel halayı ben orda çektim. Ancak 7 senede öğrenebildim ama olsun. Sonunda biraz kıvırmışım, halaybaşı çeken arkadaş öyle söylüyor.
Olympos'u da o sayede keşfettim. "Üniversitedeyken aklımız nerdeydi?" diye kaç defa sordum kendime. Çıtırları gördüm orda. Kendinden geçmiş dans eden güzel kızları, kız kıza eğlenmeyi bilen ve doyasıya yaşayan. Sonra ne kadar maharetli olduklarını göstermek isteyen çıtır çocukları. Onların yanında kazık gibiydim elbet. İçimden gelmezse dans edemem. Bir de huyum kurusun iyi tanıdıklarla ancak rahat dans edebiliyorum. Eğer ben dans ederken birinin garip bir bakışı ile karşılaşırsam hız düşkünü bir adamın kendisini sollayan bir adama karşı hissettiği kini içimde duyuyorum, komplekslerim ayaklanıyor, önce alınıyorum, sonra kırılıyorum sonra da kızıyorum. Bakmayın kardeşim garip garip, ritime ayak uydurmak ve kadınsı olmak zorunda mıyım dans ederken? Seksi olmak zorunda mıyım? Ben nazlı gelin gibi oynayacağım müzik nasıl çalarsa çalsın. Anam gibi oynadığımı keşfetmem de çok zamanımı almadı zaten. Ama suç onun değil ya ben kendimi aşamadıysam. O kadar salsa, rumba, chacha, merange... kursuna gittim Boğaziçi'nde, partnersizlikten köreldik. Bir anasının gözü partner de çıkmadı ki... Hiçbiri benim suçum değil.
Konuyu dağıttım. Orange Bar'a gittik. Bir biz varız, bir de çok güzel Latin dansı yapan bir kız vardı. Beyaz lambada eteği giymiş, siyah dar bir bluz. Bronz ten ve uzun zayıf bacaklar. Hatun çıplak ayak, bir oynuyor. Sanki Brezilya'dan gelmiş gibi... Zaten başka kimse yok, ben dedim arkadaşıma "Bu hatun sahnedeyken ben oynamam, rezil olurum". Kalabalık olsa arasına karışır durumu kurtarırsın. Mümkün değil ki.
Hatun "gel öğreteyim" demesin mi? Birkaç kalça kıvırma denemesinden sonra dayanamadı "Kadın ol biraz!" diye isyan etti. "Belini kıvırma, oryantal değil bu." Tam oryantal yapabildiğime sevinecektim ki latin dansını beceremediğime dair üzüntüm ağır basıverdi. Sonra gittiler. Kızcağız da benden umudunu kesmiş olabilir tabii. Elimden geleni yaptım yine de. Ayak uydurmaya çalıştım. Ama ah dans ederken kadın olmak, benden uzak. Onun için içki yetmez bana. Ya da ben kendime yetmem.
Ford Amca ve Hafize Teyze
Ford Otel'in sahibi Ford Amca. İsminin nasıl böyle olduğunu her defasında soruyorum ve unutuyorum, sanırım arabası nedeniyle adı böyle kalmış. Ford Amca seksenlerinde. Mavi gözlü ve zayıf. En son Hafize Teyze ile bir münakaşaları olmuştu, o gün bir paket sigarayı içti baca gibi. Ondan sonra da bıraktı iki aydır içmiyor. Ama der ki "içkinin pezevengi sigaradır".
Ford Amca'da daha ne laflar vardır: "Ölünceye dek seveceğini yoruluncaya dek arayacaksın." Dilim varmıyor Ford Amca "yorgunum" demeye. O Hafize Teyze'yi başka bir köyden almış. Hafize Teyze de mavi gözlü ve beyaz tenli, bir genç kız edasıyla dolaşıyor etrafta. Her zaman başında beyaz yazma. Her zaman kahkahası yerinde. Beni durdurup yüzüme bakıp "Allah sana çirkin talihi versin" dedi, "E sen güzelsin de talihlisin de, Ford Amca'yı bulmuşsun" diyince, "sen gel de bir bana sor" diye cevap verdi ve kahkahayı basarak uzaklaştı.
Yalnız torunlar giderken ikisinin de gözleri doldu, Ford Amca'ya dedim "yanlarına git, ziyaret et" diye. O açık alanlara, yaylalara alışmış. Apartman katları ve vızır vızır geçen arabalar yoruyormuş onu. Hiç sevmiyor dört duvar arasına sıkışmayı. Adrasan'da yaşayan kim sever ki? Karşında görkemli bir dağ, solunda orman ve arada deniz, masmavi... Yüksek binalar yok. Çok şükür ki bakir sayılabilecek bir yer.
Ford Amca illaki erken kalkar, illaki ördeklerine, kedilerine bakmayı bahane ederek ayrılır öğle yemeğini yedikten sonra. Evine gider, sonra yine gelir. Her şeyi zamansızmış gibi görünen Adrasan'da Ford Amca'nın hayatı zamanlıdır sanki. Eskiden kahvelerimizi ve sigaramızı sabahleyin beraber içerdik. Şimdi öyle bir şey yapamıyoruz ama ben bu eylülde üşüdüğümden bana sık sık "senin kanın rakıdan böyle oluyor, yemeğini zamanında ye" diye öğüt vermekten kendini alamadı. O ne zaman ne yememi istediyse yedim. Onu hiç kıramam. Bu sene biraz duygusal anlar yaşadık yalnız. Gelecek seneye kim öle kim kala, diyip durdu. Annemin ölümünden de etkilenmiş herhalde. Onun da annesinin adı Ayşe imiş. Beni durgun bulmuş bu sene, öyle, dedi. Deli ırmaklar akmıyor içimden evet. Ve güneş doğduğunda kıkırdamaya başlayamıyorum. Ama içimi dolduran o neşe için biraz zamana ihtiyacım var. Tamir olmaya... Kolay değil, diyorlar. Kolay olmayan ne biliyor musunuz? Her yediğin boku annesiz yiyor olmak. O varken yaşamak ile o yokken yaşamak arasında bir uçurum var. Peki genç yaşta annesini yitirenler napsınlar? Benim öyle arkadaşlarım var ki hayatları boyunca anneleri onlara destek olmuşçasına ayakta kalmışlar. Peki ben neden her round'da yıkılıyorum o zaman?
Bu ayrı mesele.
Gelelim Ford Amca'nın diğer laflarına:
-Allah şaşırttığı kulunu beygir gibi ossurturmuş.
-Ben kötü katıra çan takmam. (Hafize Teyze için kullandığı laf bu. Dillere pelesenk oldu.)
Bir de kafiyeli konuşma hali var ki doğaçlama, onları not alamadım. Ama atasözleri sözlüğü gibi bir adam oluveriyor bazen. O bir laf söylüyor, ben susuyorum. İnsanın çok ihtiyacı oluyor ondan akıl almaya. En bomba tavsiyelerinden biri de benim kendimden çok uzun birisini bulmamam üzerineydi, o zaman yakışmazmışız. Hmmm, düşünmem lazım, kısmet.
Dönüş ve Depresyon
Dönerken şöyle düşüncelerim vardı: "Evet artık düzenime kavuşuyorum. Doğru olan da bu. Gerçek hayat Adrasan'da yaşadığım hayat değil." Bende böyle bir takıntı vardır. Eğer bir şey çok güzel gidiyorsa ve aptalca mutluysam bunun gerçek olmadığına inanırım.
Madam Bovary'yi bitirmek gibi bir yükü omuzladığımdan değil elbet. Yahut bir süre Sabahattin Ali hikayeleriyle yoğrulduğumdan. Türk Edebiyatı'ndaki toplumsal gerçekçilik, 19.yy'da edebiyatta baş gösteren Avrupa'daki gerçekçilik, dinle batıl inançların çatışması, dinle bilimin uyuşmazlığı... Her şeyin gerçek olmayacak derecede acıklı gidiyor olması ve bizim bildiğimizin, gördüğümüzün arkasında aslında gerçek olabileceğini hayal edemeyeceğimiz, acı dolu, hiçbir güzel yanı olmayabilecek hayatların yaşanıyor olması... İşte yarım kalan mutlulukların ve tatminsizliklerin bir kısmının müsebbibi. Burjuva olmanın verdiği hazımsızlık ama bu burjuva kafasını çıkarıp atmamak, atamamak. Rahat olduğun bir koltukta saatlerce oturmak gibi bir şey bu. Sadece rahat olduğu ve işine geldiği için.
Yine dağıttım konuyu.
Evet Adrasan hep gerçeklerden daha güzeldir. Hep zamansız, mekansız, doğaya yakın, insanların sözlerine ve gözlerindeki ışığa daha yakın... Çocuklarla beraberdim, ablamla, Ford Amca ve Hafize Teyze ile. Yediğim önümde yemediğim arkamdaydı. Vahdet Usta muhteşem pilav yapıyordu, muhteşem cacık. Rakılarımız ve sigaralarımız her akşam muhabbetlerimize ortak oluyordu. Deniz bizi iyileştiriyordu. Her şey ama her şey (benim kendi imkanlarımla kazanamayacağım derecede) güzeldi. Sonra... bitti. İstanbul'a döndüm. Geleceğimden habersiz. Geçmişimi takmadan. Sadece biraz sahipsiz hissederek kendimi, güçsüz ve yalnız hissederek. Yeniden bulaşık, çamaşır, ütü. Yeniden stres, yeniden tez, yeniden kalabalık, yeniden su gibi akan paralar. Kesik konuşmalar. Yeniden telaş. İstanbul benim için öyle bir yer oldu ki şöyle düşündüm bir an "şu an burası dışında her yerde yaşayabilirim, hiç fark etmez", "Kayseri'ye dönmek bile bundan iyi olabilirdi". Belki de annem olmadığı için her şey dar geldi ama mutluluk hormonu öyle bir taban yaptı ki Pasiflora'dan iki kaşık almadan ve eski albümlere bakarak ağlamadan ve sonra kendimi Beyoğlu'na atmadan kendime gelemedim. Yorgunluktan öldüğüm halde yaptım bunu. Ağbimin yanına koştum.
Bazen yalnızlık iyidir. Bazense insan kendini cezalandırılıyormuş gibi hisseder. Ne için cezalandırıldığını bilmemek insanı yorar. Kaçarken bir yerlere dolanır bacakların, kafan karışır. Daha çok karışınca her şeyi bulanık görmeye başlarsın ve odak noktanın ne olduğunu unutursun. Hissetmekten uzaksındır. Acı ve özlem. Karışık. "Ah bir o olsaydı" dersin çoktan gitmiş ve veda etmiş anne için.
O ise senin böyle zırlamanı istemez malum. Senin yalnız kalmanı istemez. "Ama anne napayım, düşünemiyorum, hissedemiyorum. Ah anne ben bugün insan olamıyorum. Nolur bugün de izin ver ağlayayım. Yarın toparlayacağım söz."
Küçükken olduğu gibi, ağlamak tüm sorunları çözmez. Geçici bir rahatlama hissi verir insana ama çözüm adına ne işe yaradığı tartışılır.
İşte Adrasan dönüşü yaşanan depresyon İstiklal'de Aysun'a rastlamamla tam olarak son buldu, metroda tanıştığım iki İranlı bayan (biri avukat biri doktor) da cabasıydı. Galiba İstanbul'u seviyorum, demeye başladığım zaman metroda, anladım ki ben insansız yaşayamam. Hep insana ihtiyacım var, dinleyen gözlere... Allah bir çene vermiş gerisini koyvermiş, demeden siz, Aysun'un beni nasıl İstiklal'in girişinde yakaladığını mucizevi sebeplere yormanızı bekleyeceğim. İstanbul benim sevdiklerimle anlamlı, benim gözlerini okuyabildiklerimle. Bir de şu var elbet: "oynayamayan gelin yerim dar" dermiş. Gerek Olympos'ta, gerek İstanbul'da.
Closer'daki repliği unutmayın: "O depresyondan çıkmak istemiyor. Çünkü çıkarsa gerçek hayatla mücadele etmek zorunda kalacak. Çabalamak zorunda kalacak." Nerde bizdeee Julia Roberts gibi fotoğrafçı olma şansı? Öyle olsaydım, depresyon bir lüks değil yaratıcı bir süreç olurdu.
Benim Akıllı Kuşum
Benim büyük yeğen göbeğime kafasını koymuş, Tom ve Jerry'i izlerken şöyle dedi:
-Şah ben askerlik yapmak istemiyorum.
Kendisi henüz yedi yaşında. Ufak bir şaşkınlık anından sonra, "oğlum daha ona çok var" dedim. Ama böyle zamanlarda öyle çok söyleyecek şey geliyor ki aklıma ağzımdan mantıklı üç beş şey çıkması için biraz bu lafı sindirmem gerekiyor.
-Belki sizin zamanınızda gönüllü askerlik olur, belki sen bedelli yaparsın. Ama önce eğitimini düşün, gerisi önemli değil. Hem bedelli askerlik için para biriktir, dedim.
Ufaklık neden askerlik yapmak istemediğini çok güzel açıkladı. Komutanların olmadık şeyler istediklerini, askerlere eziyet ettiklerini söyledi. Bir de örnek verdi ama benim kafa nerden hatırlasın? Çay kaşığıyla bir yoğurt kovasını doldurmak gibi bir şey miydi acaba? Yok yok bu başkasının anlattığı bir hikayeydi. Bu yorumların üzerine öteki ufaklık da "Şah ben de askerlik yapmaycağım" dedi. Ben de "yapmazsınız umarım, sizin zamanınıza değişir belki bazı şeyler" dedim.
Ve işte tüm bu depresifliğin ve çocuk aklının üstünlüğüne yürekten inanan bu yazının üzerine size başarısız bir film sunmak istiyorum:
Zannedersem Pati'nin akıbetini herkes merak etmektedir. İki tane izleyicim var zaten. Onun dışında dostlar da hatır olsun, üzülmeyeyim hevesim kırılmasın diye okuyorlar zaten. Şaka yapıyorum. Geliştireceğim kendimi aşacağım, hiç telaşe etmeyin. Yavaş yavaş. Pasiflora ile, rakı ile, sigara ile, şiir ile, biraz aşk kırıntısı, biraz üzüntü, biraz umut ve biraz bıkkınlık ile aşacağım. Dilediğiniz seviyede bir yazar olacağım zevzek olmayan.
Özete gelelim öze gelelim. Pati hakkında o yazıyı yazdıktan sonra onu kucağıma aldım ve fark ettim ki üzerinde pireler cirit atıyor. Eyvah, dedim, yıkamak lazım. İki defa yıkadım. Olmadı. Hayvancağız titriyor. Hemen havluyla kuruladım. Çarşafın altına aldım. Ayaklarımın dibinde titreye titreye uyudu. Tekrar baktım. Pireler suratında gezinmeye devam ediyordu. Zaten kulaklarını da temizlemeye çalışmış ama o kadar başarılı olamamıştım. Sonra, dedim "ben bunu bırakayım". Aldım elime koliyi içinde gazeteler ve üstünde benim hiç giymediğim bir bluz, aşağıya koyayım kedoşu dedim. Apartmanın içinde bu kutunun içinde dursun, giriş kapısının hemen yanında. Bizimkinin kutuda duracağı yok. Saat gecenin ikisi oldu mu? Yok el mahkum benimle kalacak bu gece. Sabah da kahvaltısını yapacak gidecek. Sabah baktım, halının ucuna yatmış. Meraklandım ben de nerde, diye. Hatun doğaya alışık ya öyle haşır neşir olmak istemiyor. Hemen haşlanmış yumurtasını biraz dişledi, çok da yedi denemez. Dışarı bıraktım bunu kutusuyla. Pencereden de takip ettim. Sorun yoktu. Bizimki bir prenses edasıyla kendisi gibi küçük başka bir kedinin şaklabanlıklarını izliyordu.
Ertesi gece arabadan indim ki ne göreyim. Dibimde bitti. Bu sefer eve almadım ama apartmanın içine aldım ve süt verdim. Karşı komşunun paspasının köşesinde uyuyuvermiş. Sonraki gün Antalya'ya gittim ki bir telefon bizim Cafer Ağbi'den: "Kediyi içeri almışsın"
-Evet, aldım.
-Apartmanın merdivenlerine çiş yapıyor. Alma bir daha.
-Tamam Cafer Ağbi.
Gel gör ki bu sefer ben yokken ağbim almış kediyi içeri. Aşağıda insanlar konuşuyorlarmış. "Kim alıyor bu kedileri içeri? Ne ayıp!" Cık cık cık. Sonra efendim bir de yazı yazmışlar "Kedileri içeri almayın" diye. Bir kediye karşı bu kadar örgütlenme gücüne sahip apartman sakinlerinin başka bir "düşman" karşısında bu kadar bütünlük içinde hareket ettiklerini ne gördüm ne duydum.
Bu arada ağbim bizim Pati ile oynayan çocuklara da kızmış. Çocuklar kediyi beslediklerini ve ona baktıklarını iddia etmişler ama Samsa tatmin olmamış ve yanlarına gidip 15 dakka kadar oturarak onlara gözdağı vermiş. Pati sahipsiz değil, imajını çizmiş. Kendisini burdan saygıyla selamlıyor, sevgiyle kucaklıyorum.
Adrasan
Her yaz Adrasan'a giderim. Oraya kimler gitmiyor ki? Enteller, danteller, kediseverler, köpekseverler, Türk erkeği sever İngilizler Almanlar, dışlanmış yazarlar, kaybedenler, kazananlar, Şesular, Banu Alkanlar, uçmuşlar kaçmışlar...
Ben orda dinlenirim. Kafamı dinlerim. Ama asla kendini dinlemekten başkasını dinlemeye vakit bulamamaya yahut o kadar bencilleşmeye kadar varmaz bu iş. Sanki orda zaman durur, o dinozor biçimindeki dağ seni kucaklar, o mavi koy sana güven verir, herkes bir şeyleri unutmuş ve sanki kendisini tecrit etmiştir. Araba gürültüsü yoktur. Olsa olsa çocuk gürültüsü, ona da bir süre sonra alışılıyor zaten.
Orda ÖSS'ye hazırlandım. Orda platoniklerim yüzünden alkol komasına girdim. Orda yeğenimin büyümesine şahit oldum; güzel insanlar tanıdım. Hem de tanıyabileceğim en güzel insanları belki de. En çok da gülen ve parlayan gözlerle orda karşılaştım. İçinde olanı bir ayna gibi yansıtan yalansız dolansız va kaçamaksız gözlere, Vahdet Dayı'nınkiler gibi. Ve ilk defa bu sene başardım Vahdet Dayı'nın gençliğinde yaşadığı aşk hikayelerini dinlemeyi: Annesinin kabul etmediği kısa saçlı Ermeni kızı ile imkansız aşkları, kibrit kutusunun içine konulan mektuplar ve daha neler. Ama ondan dinlemek lazım. Ben anlatsam da kar etmez.
Orda her akşam rakımı içtim, dinlendim ve en güzel halayı ben orda çektim. Ancak 7 senede öğrenebildim ama olsun. Sonunda biraz kıvırmışım, halaybaşı çeken arkadaş öyle söylüyor.
Olympos'u da o sayede keşfettim. "Üniversitedeyken aklımız nerdeydi?" diye kaç defa sordum kendime. Çıtırları gördüm orda. Kendinden geçmiş dans eden güzel kızları, kız kıza eğlenmeyi bilen ve doyasıya yaşayan. Sonra ne kadar maharetli olduklarını göstermek isteyen çıtır çocukları. Onların yanında kazık gibiydim elbet. İçimden gelmezse dans edemem. Bir de huyum kurusun iyi tanıdıklarla ancak rahat dans edebiliyorum. Eğer ben dans ederken birinin garip bir bakışı ile karşılaşırsam hız düşkünü bir adamın kendisini sollayan bir adama karşı hissettiği kini içimde duyuyorum, komplekslerim ayaklanıyor, önce alınıyorum, sonra kırılıyorum sonra da kızıyorum. Bakmayın kardeşim garip garip, ritime ayak uydurmak ve kadınsı olmak zorunda mıyım dans ederken? Seksi olmak zorunda mıyım? Ben nazlı gelin gibi oynayacağım müzik nasıl çalarsa çalsın. Anam gibi oynadığımı keşfetmem de çok zamanımı almadı zaten. Ama suç onun değil ya ben kendimi aşamadıysam. O kadar salsa, rumba, chacha, merange... kursuna gittim Boğaziçi'nde, partnersizlikten köreldik. Bir anasının gözü partner de çıkmadı ki... Hiçbiri benim suçum değil.
Konuyu dağıttım. Orange Bar'a gittik. Bir biz varız, bir de çok güzel Latin dansı yapan bir kız vardı. Beyaz lambada eteği giymiş, siyah dar bir bluz. Bronz ten ve uzun zayıf bacaklar. Hatun çıplak ayak, bir oynuyor. Sanki Brezilya'dan gelmiş gibi... Zaten başka kimse yok, ben dedim arkadaşıma "Bu hatun sahnedeyken ben oynamam, rezil olurum". Kalabalık olsa arasına karışır durumu kurtarırsın. Mümkün değil ki.
Hatun "gel öğreteyim" demesin mi? Birkaç kalça kıvırma denemesinden sonra dayanamadı "Kadın ol biraz!" diye isyan etti. "Belini kıvırma, oryantal değil bu." Tam oryantal yapabildiğime sevinecektim ki latin dansını beceremediğime dair üzüntüm ağır basıverdi. Sonra gittiler. Kızcağız da benden umudunu kesmiş olabilir tabii. Elimden geleni yaptım yine de. Ayak uydurmaya çalıştım. Ama ah dans ederken kadın olmak, benden uzak. Onun için içki yetmez bana. Ya da ben kendime yetmem.
Ford Amca ve Hafize Teyze
Ford Otel'in sahibi Ford Amca. İsminin nasıl böyle olduğunu her defasında soruyorum ve unutuyorum, sanırım arabası nedeniyle adı böyle kalmış. Ford Amca seksenlerinde. Mavi gözlü ve zayıf. En son Hafize Teyze ile bir münakaşaları olmuştu, o gün bir paket sigarayı içti baca gibi. Ondan sonra da bıraktı iki aydır içmiyor. Ama der ki "içkinin pezevengi sigaradır".
Ford Amca'da daha ne laflar vardır: "Ölünceye dek seveceğini yoruluncaya dek arayacaksın." Dilim varmıyor Ford Amca "yorgunum" demeye. O Hafize Teyze'yi başka bir köyden almış. Hafize Teyze de mavi gözlü ve beyaz tenli, bir genç kız edasıyla dolaşıyor etrafta. Her zaman başında beyaz yazma. Her zaman kahkahası yerinde. Beni durdurup yüzüme bakıp "Allah sana çirkin talihi versin" dedi, "E sen güzelsin de talihlisin de, Ford Amca'yı bulmuşsun" diyince, "sen gel de bir bana sor" diye cevap verdi ve kahkahayı basarak uzaklaştı.
Yalnız torunlar giderken ikisinin de gözleri doldu, Ford Amca'ya dedim "yanlarına git, ziyaret et" diye. O açık alanlara, yaylalara alışmış. Apartman katları ve vızır vızır geçen arabalar yoruyormuş onu. Hiç sevmiyor dört duvar arasına sıkışmayı. Adrasan'da yaşayan kim sever ki? Karşında görkemli bir dağ, solunda orman ve arada deniz, masmavi... Yüksek binalar yok. Çok şükür ki bakir sayılabilecek bir yer.
Ford Amca illaki erken kalkar, illaki ördeklerine, kedilerine bakmayı bahane ederek ayrılır öğle yemeğini yedikten sonra. Evine gider, sonra yine gelir. Her şeyi zamansızmış gibi görünen Adrasan'da Ford Amca'nın hayatı zamanlıdır sanki. Eskiden kahvelerimizi ve sigaramızı sabahleyin beraber içerdik. Şimdi öyle bir şey yapamıyoruz ama ben bu eylülde üşüdüğümden bana sık sık "senin kanın rakıdan böyle oluyor, yemeğini zamanında ye" diye öğüt vermekten kendini alamadı. O ne zaman ne yememi istediyse yedim. Onu hiç kıramam. Bu sene biraz duygusal anlar yaşadık yalnız. Gelecek seneye kim öle kim kala, diyip durdu. Annemin ölümünden de etkilenmiş herhalde. Onun da annesinin adı Ayşe imiş. Beni durgun bulmuş bu sene, öyle, dedi. Deli ırmaklar akmıyor içimden evet. Ve güneş doğduğunda kıkırdamaya başlayamıyorum. Ama içimi dolduran o neşe için biraz zamana ihtiyacım var. Tamir olmaya... Kolay değil, diyorlar. Kolay olmayan ne biliyor musunuz? Her yediğin boku annesiz yiyor olmak. O varken yaşamak ile o yokken yaşamak arasında bir uçurum var. Peki genç yaşta annesini yitirenler napsınlar? Benim öyle arkadaşlarım var ki hayatları boyunca anneleri onlara destek olmuşçasına ayakta kalmışlar. Peki ben neden her round'da yıkılıyorum o zaman?
Bu ayrı mesele.
Gelelim Ford Amca'nın diğer laflarına:
-Allah şaşırttığı kulunu beygir gibi ossurturmuş.
-Ben kötü katıra çan takmam. (Hafize Teyze için kullandığı laf bu. Dillere pelesenk oldu.)
Bir de kafiyeli konuşma hali var ki doğaçlama, onları not alamadım. Ama atasözleri sözlüğü gibi bir adam oluveriyor bazen. O bir laf söylüyor, ben susuyorum. İnsanın çok ihtiyacı oluyor ondan akıl almaya. En bomba tavsiyelerinden biri de benim kendimden çok uzun birisini bulmamam üzerineydi, o zaman yakışmazmışız. Hmmm, düşünmem lazım, kısmet.
Dönüş ve Depresyon
Dönerken şöyle düşüncelerim vardı: "Evet artık düzenime kavuşuyorum. Doğru olan da bu. Gerçek hayat Adrasan'da yaşadığım hayat değil." Bende böyle bir takıntı vardır. Eğer bir şey çok güzel gidiyorsa ve aptalca mutluysam bunun gerçek olmadığına inanırım.
Madam Bovary'yi bitirmek gibi bir yükü omuzladığımdan değil elbet. Yahut bir süre Sabahattin Ali hikayeleriyle yoğrulduğumdan. Türk Edebiyatı'ndaki toplumsal gerçekçilik, 19.yy'da edebiyatta baş gösteren Avrupa'daki gerçekçilik, dinle batıl inançların çatışması, dinle bilimin uyuşmazlığı... Her şeyin gerçek olmayacak derecede acıklı gidiyor olması ve bizim bildiğimizin, gördüğümüzün arkasında aslında gerçek olabileceğini hayal edemeyeceğimiz, acı dolu, hiçbir güzel yanı olmayabilecek hayatların yaşanıyor olması... İşte yarım kalan mutlulukların ve tatminsizliklerin bir kısmının müsebbibi. Burjuva olmanın verdiği hazımsızlık ama bu burjuva kafasını çıkarıp atmamak, atamamak. Rahat olduğun bir koltukta saatlerce oturmak gibi bir şey bu. Sadece rahat olduğu ve işine geldiği için.
Yine dağıttım konuyu.
Evet Adrasan hep gerçeklerden daha güzeldir. Hep zamansız, mekansız, doğaya yakın, insanların sözlerine ve gözlerindeki ışığa daha yakın... Çocuklarla beraberdim, ablamla, Ford Amca ve Hafize Teyze ile. Yediğim önümde yemediğim arkamdaydı. Vahdet Usta muhteşem pilav yapıyordu, muhteşem cacık. Rakılarımız ve sigaralarımız her akşam muhabbetlerimize ortak oluyordu. Deniz bizi iyileştiriyordu. Her şey ama her şey (benim kendi imkanlarımla kazanamayacağım derecede) güzeldi. Sonra... bitti. İstanbul'a döndüm. Geleceğimden habersiz. Geçmişimi takmadan. Sadece biraz sahipsiz hissederek kendimi, güçsüz ve yalnız hissederek. Yeniden bulaşık, çamaşır, ütü. Yeniden stres, yeniden tez, yeniden kalabalık, yeniden su gibi akan paralar. Kesik konuşmalar. Yeniden telaş. İstanbul benim için öyle bir yer oldu ki şöyle düşündüm bir an "şu an burası dışında her yerde yaşayabilirim, hiç fark etmez", "Kayseri'ye dönmek bile bundan iyi olabilirdi". Belki de annem olmadığı için her şey dar geldi ama mutluluk hormonu öyle bir taban yaptı ki Pasiflora'dan iki kaşık almadan ve eski albümlere bakarak ağlamadan ve sonra kendimi Beyoğlu'na atmadan kendime gelemedim. Yorgunluktan öldüğüm halde yaptım bunu. Ağbimin yanına koştum.
Bazen yalnızlık iyidir. Bazense insan kendini cezalandırılıyormuş gibi hisseder. Ne için cezalandırıldığını bilmemek insanı yorar. Kaçarken bir yerlere dolanır bacakların, kafan karışır. Daha çok karışınca her şeyi bulanık görmeye başlarsın ve odak noktanın ne olduğunu unutursun. Hissetmekten uzaksındır. Acı ve özlem. Karışık. "Ah bir o olsaydı" dersin çoktan gitmiş ve veda etmiş anne için.
O ise senin böyle zırlamanı istemez malum. Senin yalnız kalmanı istemez. "Ama anne napayım, düşünemiyorum, hissedemiyorum. Ah anne ben bugün insan olamıyorum. Nolur bugün de izin ver ağlayayım. Yarın toparlayacağım söz."
Küçükken olduğu gibi, ağlamak tüm sorunları çözmez. Geçici bir rahatlama hissi verir insana ama çözüm adına ne işe yaradığı tartışılır.
İşte Adrasan dönüşü yaşanan depresyon İstiklal'de Aysun'a rastlamamla tam olarak son buldu, metroda tanıştığım iki İranlı bayan (biri avukat biri doktor) da cabasıydı. Galiba İstanbul'u seviyorum, demeye başladığım zaman metroda, anladım ki ben insansız yaşayamam. Hep insana ihtiyacım var, dinleyen gözlere... Allah bir çene vermiş gerisini koyvermiş, demeden siz, Aysun'un beni nasıl İstiklal'in girişinde yakaladığını mucizevi sebeplere yormanızı bekleyeceğim. İstanbul benim sevdiklerimle anlamlı, benim gözlerini okuyabildiklerimle. Bir de şu var elbet: "oynayamayan gelin yerim dar" dermiş. Gerek Olympos'ta, gerek İstanbul'da.
Closer'daki repliği unutmayın: "O depresyondan çıkmak istemiyor. Çünkü çıkarsa gerçek hayatla mücadele etmek zorunda kalacak. Çabalamak zorunda kalacak." Nerde bizdeee Julia Roberts gibi fotoğrafçı olma şansı? Öyle olsaydım, depresyon bir lüks değil yaratıcı bir süreç olurdu.
Benim Akıllı Kuşum
Benim büyük yeğen göbeğime kafasını koymuş, Tom ve Jerry'i izlerken şöyle dedi:
-Şah ben askerlik yapmak istemiyorum.
Kendisi henüz yedi yaşında. Ufak bir şaşkınlık anından sonra, "oğlum daha ona çok var" dedim. Ama böyle zamanlarda öyle çok söyleyecek şey geliyor ki aklıma ağzımdan mantıklı üç beş şey çıkması için biraz bu lafı sindirmem gerekiyor.
-Belki sizin zamanınızda gönüllü askerlik olur, belki sen bedelli yaparsın. Ama önce eğitimini düşün, gerisi önemli değil. Hem bedelli askerlik için para biriktir, dedim.
Ufaklık neden askerlik yapmak istemediğini çok güzel açıkladı. Komutanların olmadık şeyler istediklerini, askerlere eziyet ettiklerini söyledi. Bir de örnek verdi ama benim kafa nerden hatırlasın? Çay kaşığıyla bir yoğurt kovasını doldurmak gibi bir şey miydi acaba? Yok yok bu başkasının anlattığı bir hikayeydi. Bu yorumların üzerine öteki ufaklık da "Şah ben de askerlik yapmaycağım" dedi. Ben de "yapmazsınız umarım, sizin zamanınıza değişir belki bazı şeyler" dedim.
Ve işte tüm bu depresifliğin ve çocuk aklının üstünlüğüne yürekten inanan bu yazının üzerine size başarısız bir film sunmak istiyorum:
Yorumlar
Yorum Gönder