Yıllar önce okumuştum Anne Frank'ın günlüğünü. Kitap beni çok etkilemişti ve sonra günlük tutmaya başlamıştım. İnsanın tüm sırlarını paylaşabileceği bir günlüğün olması ne kadar güzel bir duygudur. Dün izlemez olaydım, kendime acı çektirmeyi çok seviyorum, Anne Frank'ın bio belgeselini izledim youtube'da. The Diary of Anne Frank diye geçiyor. Tabii ki sonuna doğru insan fena oluyor ve ağlamadan edemiyor. Neyseki son kısım çok uzatılmamış.
Kaldıkları bu sığınakta, iki sene boyunca dışarı çıkmadan yaşamış olmaları inanılmaz. Belgeseli izleyince biraz daha araştırma yaptım ve History Channel'dan Anne Frank'ın, o evde kalan herkesin, babası Otto Frank hariç kamplarda öldüğünü okudum. Üstüne üstlük hepsi Auschwitz'e gönderilmemişti. Bu ismi ne zaman duysam tüylerim diken diken olur. Her soykırım o milletin yüzünden çıkmayan bir leke gibidir. Tüm bu kamp isimleri ve ülkenin değişik yerlerine kurulan insanların özgürlüğüne sahip olmadığı ve insanca şartlarda yaşamadığı bu kamplar da şunu hatırlatır bize: insanın insana yaptığını hayvan hayvana yapmaz. İnsanın kötülüğünü bu dünyada başka hiçbir hayvanın kötülüğü geçemez. Hayvan sadece acıktığında ve toprak sahibi olduğunu iddia ettiğinde öldürür. İnsan içindeki nefretten kurtulamadığı ve bu nefrete hakim olamadığı için de öldürür. İnsan çok farklı sebeplerle öldürür. O gelişmiş beynimizin ilkel benliğimizle bütünleşmesidir bizi bu kadar kötü yapan. İnsanlar içindeki kötülüğün farkında olmalı ve buna sus diyebilmelidir. Ne de olsa Anne Frank yazmıştı: 'yine de insanların kalbinde derinliklerde bir yerde iyi olduklarına inanıyorum.' İşte bu sözler belki de solun yaşayabilmesi için inanmamız gereken sözlerdir. Ama sadece sol inanışın değil, tüm dünyanın uyum içinde yaşayabilmesi için.
Otto Frank 1980 yılında hayatını kaybetmiş. Neyseki Anne'in günlüğünü bulup da yayınlatmaya karar veren o. Ona dostları demiş ki, bu günlük gizli kalamaz, insanlık adına bunu yayınlamalısın. Babasının mülakatını izlediğinizde daha bir duygulanıyorsunuz. Babası gayet ciddi bir şekilde konuşurken bir noktada sesi çatlıyor ve şöyle diyor: 'Bu günlüğü okuyunca anladım ki bir anne ve baba çocuğunu asla tam olarak tanımazmış. Ben Anne'nın bu duygulara ve özeleştiriye sahip olduğunu bilmezdim.' Çünkü dışarıya çok cesur görünen ve fikirlerini korkmadan söyleyen Anne aslında içindeki kırılganlığı tabii ki gizli bir dosta aktarmıştır, günlüğüne.
Benim zamanımda iki ünlü kız vardı genç yaşta ölen, Anne Frank ve Mavi Saçlı Kız. Birisi toplama, zorunlu çalışma, sistematik katliam ve imha kampında tifüsten, diğeri kanserden öldü. Bu kitaplar ergenliğimize ve gençliğimize damgasını vurmuştur. O zamanlar 'aman pozitif düşün' gibi zırvalar yoktu ama 'Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek' gibi kitaplar vardı. Onları okur ve sevginin 'ne uzun bir kelime' olduğunu yine Nazım gibi şairlerden de öğrenirdik. Ağbimin Nazım kitapları o zamanlar özenle şeffaf kitap kaplama kağıdıyla kaplanır, özenle bir rafta dururdu. Arkadaşlarımızla bu kitapları okur ve birbirimize verirdik. Leo Buscaglia'nın sanırım başka kitapları da vardı.
Yıllar sonra bir akademisyen olarak şunu anladım. Entelektüel olmak veya kendini işine adamak insanı insan yapmıyor. İnsanı insan yapan şey tam da işte duygularının bir derinliği, zekası ve sonsuzluğu olması. Yoksa sanata dair bir tarih nasıl mümkün olabilirdi? Bu kitaplar nasıl yazılırdı? 13 yaşındaki bir kız iki sene kafesteki kuş gibi kapalı kaldığı bir yerde bunları nasıl yazabilirdi? Yine güzellik kazandı, erken öldü güzellik ama kazandı işte. O çirkin kamplar hiçbir şeyi kazanamadı, soğuk taşlar ve telli duvarlar bir insanın sıcaklığı gibi aranan şeyler değil. Gel gör ki varlar, var oldular. İnsanı çok düşündüren bir nokta bu. Bir sürü feylesof bunun üzerine düşündü, söylendi, yazdı. Hala çıkarılamıyor tam olarak neden bu raddede bir şey yaşandı, açlık desinler, savaş desinler, otoriteryen rejim desenler. Bana kalırsa insanın içindeki o isyanın ölmesi belki de buna sebep. İnsanın içinde bir ağaç kesildiğinde, başka bir çocuğa veya insana veya hayvana zarar geldiğinde uyanan o isyan ve vicdan, fakat vicdandan çok isyan tüm insanlık adına bir isyandır, çünkü bir gün bir olur bu adamlar, bir bakmışsın bin olmuş eziyetçiler. İnsanın içindeki o isyanı öldürmek ancak bu sessizliğe sebebiyet verebilir gibi geliyor. Ama kimbilir belki bunu bile yazmışlardır ben burda referans vermeden zırvalıyorumdur.
Eşim, izleme dedi zaten ruh halin karanlık. Dün babamın doğumgünüydü. 30 Kasım. Sabaha onu özleyerek başladım. Tüm gün çalışamadım, kafam çalışmadı, ruhum elvermedi. Halbuki babam, ne olursa olsun çalış, derdi. Anne Frank'ın babasıyla olan özel ilişkisi beni gerçekten etkiledi aslında. Babasının her şeyin içinde çocuğunun eğitimine önem vermesi, savaş bittiğinde bir gün okula geri döneceği için derslerinden geri kalmasını istememesi... Bunun için özel çaba sarf etmesi. Yüreğime çok dokundu. Yıllar önce okumuş olduğum bu kitaptan, 24 sene önce belki, babasının hayatında oynadığı bu baskın rolü çok iyi hatırladığımı belirtmeliyim.
Tüm bu acılar yetmiyormuş gibi bir de Yaşar Kemal'in Kuşlar da Gitti isimli 79 sayfalık uzun hikayesini de okumayayım mı? Onu da gelecek yazımda ele alacağım.
Bu arada eğer ki kaldıkları Secret Annex'i görmek isterseniz bu video gayet ilginç ve bilgilendirici. Kitabı bu şekilde kafanızda daha iyi canlandırabilirsiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder