Ağaç
İnsanların üzüntüleri hep kendinedir. Hep kendine. Yalnız kalırız çok üzüldüğümüzde, yalnız olduğumuz için üzüldüğümüzde, yalnız kaldığımızı düşündüğümüzde ve insanlıktan çıkınca. Bunlar işte insana kendisinin de insan olduğunu hatırlatır. Ve bir şey daha hatırlatır insana: zayıflıklarını, farklılıklarını, kopukluklarını.
Onun da yüreğinden böyle şeyler kopuyordu. Yalnızlığını sorgulamanın ötesinde daha başka şeyler vardı ve bunlar onu rahatsız ediyordu, en başta gelen şey de belki de şimdiye kadar hiç kimseye bir gıdım bile güvenmemiş olmasıydı ve en güvenmediği insanların onun için güvenilir şeyler yapması, en güvendiği insanların onu yarı yolda bırakması aslında şunu anlatıyordu: sezgileri ve içgüdüsü bir hayvanınkinden çok daha uzaktaydı. Kendini yalnız hissetmesi için çok sebep vardı ama sezgilerini kullanamadığı için kendisini hayvanlar aleminde de yer bulabilecek bir konuma getirememekteydi. Bu nedenle de gitmekle kalmak arasında kaldı. Hangisi daha doğruydu? Gitmek mi kalmak mı? Yoksa o da kimilerinin yaptığı söylediği ve edindiği o basmakalıp hayata mı sahip olacaktı? Ne kadar yıpranacaktı? Yıpranmadan kaymak gibi giden şeyler yok muydu bu hayatta? Her şey mi bu kadar zordu? Her şey mi bu kadar sorgulanabilirdi? Her şey mi bu kadar kısa ve çözümsüzdü?
Aslında biliyordu ki bir yerlerde bir enerji var bir yaşam var ve bir gün annesine kavuşacak. Ama tam da ihtiyacı olduğu zamanda annesi yoktu yanında. Bu yüzden çok üzüldü, yakınan, sorgulayan ve suçlu hisseden benliğini her ne kadar baskılamaya çalıştıysa da olmuyor sinir krizleri geçiriyordu. Çok ağlıyordu, özellikle de annesine düşkün olan erkeklerle birlikte olduğunda aslında kendini yenikmiş gibi hissediyordu. Kendisini kaybolmuş hissediyordu. Belki de kimse onu umursamıyordu, kimse onu annesi gibi koruyamaz ve sevemezdi ve aslında o her gün buna ağlıyordu. Bir erkekten anne olmazdı zaten erkek arkadaşın rolü psikoloğunun da söylediği üzere ona sahip çıkmak ve annelik yapmak değil eş olmaktı, partnerlik yapmaktı, aynı yolda yürümekti. Bunu da kabullenmişti. Zamanla yoruldu, bu bilgiyi içselleştirdi çünkü artık kavga edecek hali kalmamıştı ve artık söyleyecek sözü de kalmamıştı. Tükendi. Bir zamanlar çok sık yapmadığı fakat yapmayı sevdiği şeylere yönlendirdi kendini. Bunların arasında elbette çok önemli bir etkinlik de resim yapmaktı. Resim yapmaya başladı ama resimler taklitten ibaretti. Kendi hayal gücünü zorlayabileceği çok şey yapamıyor kendisini bir adım daha öteye taşıyabilecek kadar yetenekli olduğunu düşünmüyordu. Tüm o işler başına üşüşe dursun ve her şey birike dursun uzun bir süreden sonra yine kendi dilinde yazı yazması istendi ondan o da yazmaya başladı.
Önce annesi oldu, insanlara yardım etti, gülümsedi ve herkesi affetti. Sonra bir isyankar oldu, isyanları herkesin diline dolanmıştı. Herkese kızgındı, belki de sevgiyi yanı başında hissetmişti, bu da ona güven vermişti. Sonrasında pısırık oldu, hiçbir şey aramaz istemez oldu, sevmez oldu. Alıştı, hayatını kurdu falan fişman ama idare etti, ne de olsa burjuva idi bir şekilde hayatını idame ettirirdi, bunda sorun yoktu. Derken birdenbire dahi olmaya kalkıştı, ama beceremedi. Yazdı çizdi ve güzel şeyler de çıkardı ortaya çıkarmadı değil ama bilimsel ve dilsel üstünlüğe erişemedi. Derken şiir yazdı, şarkı söyledi, sarhoş oldu, fakat boşunaydı. Anne oldu altı haftalığına sonra çocuğunu başkasına verdi. Eş oldu birkaç sene ama bu rolü de çok sevmedi. Kardeş olayım dedi ama onda önce isyankar sonra sessiz ve tarafsız takıldı, yeterince uyuştuğu zaman kimse onun sistemle uyuşmazlıklarını görmemeye başladı. Araştırmacı oldu ama patronundan şamar yedi derken rolden role halden hale girdi. Yani tasavvufta da olduğu gibi halden hale geçti ve büyüdü serpildi olgunlaştı. Belki de gereğinden erken düştü toprağa çünkü toprak kadar sağlam olmak istemişti ama toprağın bile bünyesine kabul etmeyeceği şeyler vardı, onları düşündü. Ne olabilirdi onun özü ve ona aslında gerçek mutluluğu verecek öz? Neden bu kadar zordu sevmek ve sevilmek? Ve bu kadar zordu ölüler dünyasının diriler dünyasından bir bıçakla kesilmiş gibi ayrılması? Neden böyle yapıyordu? Neden akılsızca davranıyordu neden kalbinin yerinde bir boşluk olan insanları seçiyordu? İnsanlara ve kendine soru sormayı bıraktı. Sessizce bir oda buldu kendine, bir masa buldu, bir bilgisayar buldu, tamam ben doydum dedi ve yazmaya koyuldu. Çok zordu, o olmak çok zordu, ölmek istedi ölemedi. Denedi ama beceremedi. Delirdi ama deli hastanesine kaldırmadılar. Delirmese de deli olmayanların arasına almadılar, belki de yaban idi yabancı idi anlamadılar. Bir şehre ait olamamak çok meşakkatli. Vazgeçti her şeyden vazgeçti, artık bitmişti, artık ağlamayacak üzülmeyecek ve haberleri izlemeyecekti. Bombalara bakmayacaktı, öldürülen gençlerin isimlerini okumayacaktı, ölen yaşlıların kaç tane olduğunu saymayacaktı. Kapattı kendini kendi kabuğuna çekildi. Ona demişlerdi ki sen tek başına neyi çözeceğini sanıyorsun, sakın aldatma kendini, öyle kolay değil bu işler, daha çok denemelisin. Neyi denemeliyim diye sordu? Kendin olmayı. Kendim olmak nedir ki? Ben kimim diye sordu. Ona bir ses cevap verdi: sen annen değilsin, sen dostun değilsin, sen yalnız değilsin, sen bir değilsin, sen çoğul değilsin, sen göçmen değilsin, sen yerel değilsin, sen bu değilsin, sen şu değilsin. Ben sana kim olduğumu sordum, diye sordu tekrardan, ama cevap hep aynı geliyordu: sen hamile değilsin, sen anne değilsin, sen paralı değilsin, sen fakir değilsin, sen burjuva gibisin ama değilsin, sen göründüğün gibi misin? Amma uzattın lafı, dedi. Ne demek ben göründüğüm gibi miyim değil miyim? Hem kim göründüğü yada olduğu gibi görünüyor ? diye sordu. Cevap netti: hiç kimse. Ama öyle olsan öyle görünsen, o öyle ile bu böyle birbirine eşit olsa daha da rahat etmez misin? Haklısın dedi, dolabını açtı, kapkara bir elbise giydi. Ben siyahı severim, dedi. Ama resimlerin rengarenk, dedi. İçim kara. Nasıl yani? İçim kan ağlıyor, dedi. O zaman kırmızı giymelisin diye salık verdi ona ses. Gitti dolabını tekrar açtı, kırmızı kanın rengi, kırmızı bayrağın rengi, kırmızı tutkunun, aşkın rengi, güllerin rengi, asaletin rengi, yargıçların rengi, kırmızı karıştırılmadan elde edilen saf renklerden bir tanesi, turuncu gibi değil mor gibi değil ama turuncunun ve morun içinde var. Kırmızı has bir renk mavi gibi değil mi? Sarı gibi değil mi? Diye sordu. Haklısın, dedi ona o ses. Çok haklısın. Çünkü tanrılar dünyayı yarattığında güneş vardı, deniz vardı ve de kırmızı bir elma vardı. Tüm bunlar yetiyordu insanlara. Fakat sonra yetinmediler bir gün her şeyi kendilerine istediler, dövüştüler, öldürdüler, satmayı öğrendiler, parayı öğrendiler. Annelerini bile sattılar, kız kardeşlerini ve hatta çocuklarını. Kardeşlerini öldürdüler. Öldürmeyi yasal kıldılar. Yasalar yaptılar, yasalar gücün tarafındaydı. Güç karanlığın tarafında. Önce aydınlıktılar ama karanlık bir tarafları vardı sonra hep karanlığa daldılar. Hiçbir şey karanlıksız olmaz biliyorsun değil mi? Diye sordu ona ses. Biliyorum dedi siyah bir kemer taktı, kemer ile belini sıktı, son zamanlarda çok kilo vermişti, o kadar zayıflamıştı ki kemerin sıkışı tek bir potluk yaratmadı. Biliyorsun ki karanlık güçler kana susamıştır ama kemerleri sıkmıştır. Ayak tabanları ise kırmızıdır, topukları ince, uzun uzun yürürler yerdekilerin üzerinde. Gözlerini kör ederler, onları duyarsızlaştırırlar, onları yavaş yavaş yok ederler. O da bunun üzerine tabanı kırmızı siyah topuklu stilettolarını giydi. Topukları çok dik ama olsun ben yürürüm, dedi. Senin ayak kemiklerin ağrımıyor muydu? diye sordu ses ona... ama nedense sonra dışarı çıktı, bahçe yemyeşildi.
Bahçede bir ağaç vardı ondan fazla kolu vardı, her kolunda bir yeşil her kolunda bir yaprak, gövdesi sarmaşıklar, sanki dünyaya sanki tanrıya yakaran bir ağaç gibiydi bu. Ona baktı şaşakaldı. Hangi güç bu ağaçtan daha güçlü olabilir? diye sordu. Hiçbir şey bu ağaçtan daha güçlü olamaz, dedi ses. Neden diye sordu. Çünkü bu ağaç başkalarına yol açmış, kendini onlara bırakmış ama yakarmayı bırakmamış, gölgesinde karıncalar kediler köpekler sincaplar uyur. Dallarında kuşlar yuva yapar çocuklarına bakar. Sen ona bakınca gözlerin yeşillenir ve dinlenir. O sana bakınca, der ki, sen bana su vermesen de yaşarım ben yağmur var der. O ağacın hiçbir şeye ihtiyacı yok yaşamak için doğada olandan başka. Ama sen öyle misin? dedi ses ona. Kadın çıkardı kemerini ayakkabılarını, toprağa bastı, gitti ve ağaca sarıldı. Ben nasıl mutlu olabilirim bu ağaç gibi diye sordu. Dedi ki ses, sen şu an o ağaç kadar mutlusun ama bunu bilmiyorsun. O zaman söyle bana nasıl gösterebilirim bu ağacın beni mutlu ettiğini, diye sordu. Ona sarılıyorsun ya işte bu seni mutlu ediyor, sen de ağaç da biliyorsunuz ki birbirinize ihtiyacınız olabilir bir gün, elbet senin ona daha çok ihtiyacın var çünkü o sensiz de yaşayabilir. Kadın dedi ki, ya ben onu yakarsam. Ya onu mahvedersem kesersem onu ondan kağıt yaparsam. Ses dedi ki ‘yapabilirsin ama yapmayacaksın’. Nerden biliyorsun? diye sordu kadın. Çünkü dedi ses o senin en büyük mutluluk kaynağın ve sen ona muhtaçsın, muhtaç değilim dedi kadın. Asla muhtaç değilim... ama ben izin verdiğim için o burada. Ses dedi ki o tam 150 yıldır burada, sen kırk yıldır buradasın. Kadın dedi ki ‘şaka yaptım’ ben bu ağacı seviyorum. O zaman kal onunla, dedi ses. Ama ondan çok şey bekleme, eğer bir gün seni kaçırırlarsa ve öldürürlerse seni kurtaramaz, sana sessizce bakar, seni izler ve düşünür. Üzülür ama bir şey yapamaz, dedi ses. Önemli değil dedi kadın, ben kim olmadığımı anladım, ben ağaç katili değilim. Ben bu ağacı seviyorum, artık ne sevmediğimi değil neyi sevdiğimi biliyorum. Belki de artık olgunlaşmışımdır. Belki de artık mutlu olabilirim. Beni şimdi yalnız bırak, dedi. Ses gitmedi. Kadın da gitmedi, ağaç da gitmedi. Ama hikaye bitti.
Bahçede bir ağaç vardı ondan fazla kolu vardı, her kolunda bir yeşil her kolunda bir yaprak, gövdesi sarmaşıklar, sanki dünyaya sanki tanrıya yakaran bir ağaç gibiydi bu. Ona baktı şaşakaldı. Hangi güç bu ağaçtan daha güçlü olabilir? diye sordu. Hiçbir şey bu ağaçtan daha güçlü olamaz, dedi ses. Neden diye sordu. Çünkü bu ağaç başkalarına yol açmış, kendini onlara bırakmış ama yakarmayı bırakmamış, gölgesinde karıncalar kediler köpekler sincaplar uyur. Dallarında kuşlar yuva yapar çocuklarına bakar. Sen ona bakınca gözlerin yeşillenir ve dinlenir. O sana bakınca, der ki, sen bana su vermesen de yaşarım ben yağmur var der. O ağacın hiçbir şeye ihtiyacı yok yaşamak için doğada olandan başka. Ama sen öyle misin? dedi ses ona. Kadın çıkardı kemerini ayakkabılarını, toprağa bastı, gitti ve ağaca sarıldı. Ben nasıl mutlu olabilirim bu ağaç gibi diye sordu. Dedi ki ses, sen şu an o ağaç kadar mutlusun ama bunu bilmiyorsun. O zaman söyle bana nasıl gösterebilirim bu ağacın beni mutlu ettiğini, diye sordu. Ona sarılıyorsun ya işte bu seni mutlu ediyor, sen de ağaç da biliyorsunuz ki birbirinize ihtiyacınız olabilir bir gün, elbet senin ona daha çok ihtiyacın var çünkü o sensiz de yaşayabilir. Kadın dedi ki, ya ben onu yakarsam. Ya onu mahvedersem kesersem onu ondan kağıt yaparsam. Ses dedi ki ‘yapabilirsin ama yapmayacaksın’. Nerden biliyorsun? diye sordu kadın. Çünkü dedi ses o senin en büyük mutluluk kaynağın ve sen ona muhtaçsın, muhtaç değilim dedi kadın. Asla muhtaç değilim... ama ben izin verdiğim için o burada. Ses dedi ki o tam 150 yıldır burada, sen kırk yıldır buradasın. Kadın dedi ki ‘şaka yaptım’ ben bu ağacı seviyorum. O zaman kal onunla, dedi ses. Ama ondan çok şey bekleme, eğer bir gün seni kaçırırlarsa ve öldürürlerse seni kurtaramaz, sana sessizce bakar, seni izler ve düşünür. Üzülür ama bir şey yapamaz, dedi ses. Önemli değil dedi kadın, ben kim olmadığımı anladım, ben ağaç katili değilim. Ben bu ağacı seviyorum, artık ne sevmediğimi değil neyi sevdiğimi biliyorum. Belki de artık olgunlaşmışımdır. Belki de artık mutlu olabilirim. Beni şimdi yalnız bırak, dedi. Ses gitmedi. Kadın da gitmedi, ağaç da gitmedi. Ama hikaye bitti.
Yorumlar
Yorum Gönder