Bugün her ne kadar erken kalkmak istedimse de beceremedim. Aslında tam da Oblomov gibi aklımda harika fikirler vardı. Kalkacaktım, çalışacaktım, makale yazacaktım. Resim yapacaktım. Sabah bu şekilde üç saat kaybettim.
Sonra kalkınca hemen öğle yemeğinde ne yapacağımızı düşünmeye başladım. Nohut pilav yapacaktım. Bu gayet kolay bir yemek olsa gerek, diye düşündüm. Sonunda öğle yemeğinde mutfak biraz da olsa Türk mutfağı gibi kokmaya başladı. Bu iş hoşuma gitti.
Almancada hatırlayamadığım kelimeleri tekrar edebilmek için küçük kağıt kartlar hazırlamıştım. Sanırım 30-40 kadar kart yazdım: halbuki daha yeni başlamıştım Almanca derslerine. Max Planck'ta bu dersler bedava ve ben her ne kadar bir ara B2 olsam da (tam 14 sene önce) şu an A2'den başlamak zorunda kaldım. Şu an enstitü kapalı ve dersler üç hafta sonra başlayacak. Biraz geçmiş bilgileri hatırlayabilmek için online bir derse yazıldım. Lucas Kern hocanın adı, her iki günde bir size bir tekst gönderiyor, okumanız ve dinlemeniz gerekiyor. Her şeyin İngilizce çevirisini de veriyor. Zamanın ne kadar önemli olduğunu anlatan bir şeyler göndermiş geçenlerde, onları okuyunca biraz panikledim.
Dün akşam iki belgesel izledim. Bir tanesi 'La terra di orsi' Kamçata bozayılarından bahsediyordu, Doğu Siberya'nın o harika doğasında, ayıların üç yaşından itibaren annelerinden ayrıldıktan sonra nasıl ilk defa avlandıklarını anlatıyordu. Fakat bu belgesel biraz fazla tekrara kaçmış. Sürekli annenin işinin zor olduğunu söyleyip duruyordu, hem çocuklarını kollayacak hem de onlara mama arayacak. Ancak onlar karnını doyuracak ki o da karnını doyursun. Uzun bir kış boyunca mağaralarında uyurken elbette hiçbir şey yemeleri mümkün değil, o yüzden de günde onlarca somon balığı yemek zorundalar ki aç bitap karşılamasınlar baharın gelişini. O kadar güzeller ki. Üç metreye kadar ulaşabiliyormuş boyları, kiloları ise 200 ile 500 kilo arasında yanlış anlamadıysam.
Neyseki dün bir şeyler öğrenme şansım oldu. Yoksa kendimi boş hissettiğim çok oluyor. İzlediğim belgesel Amazon.it'de mevcut. Yönetmenin adı Guillaume Vincent imiş. Müzikleri harikaydı. Bir de dişi annenin hayatının ne kadar zor olduğunu on defa tekrar etmeseydi daha zengin bir içerik sunabilirmiş.
Ayıların hayatını izlemeden önce Uffizi'deki sanat eserlerini anlatan başka bir belgesel izledim. O da gayet bilgilendiriciydi. Yine Amazon.it'de mevcut olan bu belgeselin yönetmeni Alessandro G. A. D'Alessandro. En sevdiğim Rönesans ressamlarından Boticelli'nin tablolarından daha çok bahsetselerdi daha memnun olacaktım. Tabii tüm bir sanat tarihinin panaromasını vermeye çalışan bu belgesel bir noktadan sonra sanki Uffizi'deki odaları hızlı hızlı geçiyor. Yine de güzel, kesinlikle tavsiye ederim. Tam adı: Galleria degli Uffizi.
İşte böyle geçti dün akşam.
Bugün ise nohut pilav, Almanca ve sesli kitaptan Alberto Moravia'yı dinlemenin dışında, bazı yemek tariflerini yıllardır hazırlamakta olduğum deftere yapıştırmakla uğraştım. Bu da bir hayli zaman alan kimi zaman eğlenceli kimi zaman sıkıcı bir iş.
Görünen o ki garip zamanlarda yaşıyoruz. Dilerim ki en kısa zamanda her şey normale döner ve insanlar korkmadan doğaya karışabilirler. Biz de spor amacıyla çıkıp yürüyebiliriz, gezebiliriz fakat amaçsız dışarı çıkıp takılamayız. Evde de amaçsız olmak insana bir lüks gibi geliyor, o yüzden işte, kendime bazı amaçlar belirlemeye çalışıyorum.
1. okunması gereken kitapları okumak
2. yapılması gereken resimleri yapmak (sevdiklerimi)
3. bitmesi gereken işleri bitirmek
4. evin ihtiyaçlarını belirlemek
5. hiçbir şeyi araya vermemek (hiçbir şeyi atmamak, yemek için daha geçerli)
6. her gün yeni bir şey öğrenmek
Bu arada dostlar, arkadaşlar, yıllardır konuşmadığım insanlar arıyorlar. İyiyiz, diyorum ki iyiyiz. Neyseki internet var, o da olmasaydı ne yapacaktık evde kapalı! Eski zamanların insanları gibi az ile yetinmeyi de bilmiyoruz.
PS. Unutmadan son zamanlarda izlediğim diziyi de söyleyeyim, 90'lı yılların dizisi The Nanny. Gayet geyik ve eğlenceli bir dizi. Hoşuma giden tarafı birçok şeyin sanki tiyatrodalarmış gibi yansıtılması. Gayet sevimli! Ama çok izleyince beynim eprimiş bir süngere dönmüyor desem yalan olur.
Sonra kalkınca hemen öğle yemeğinde ne yapacağımızı düşünmeye başladım. Nohut pilav yapacaktım. Bu gayet kolay bir yemek olsa gerek, diye düşündüm. Sonunda öğle yemeğinde mutfak biraz da olsa Türk mutfağı gibi kokmaya başladı. Bu iş hoşuma gitti.
Almancada hatırlayamadığım kelimeleri tekrar edebilmek için küçük kağıt kartlar hazırlamıştım. Sanırım 30-40 kadar kart yazdım: halbuki daha yeni başlamıştım Almanca derslerine. Max Planck'ta bu dersler bedava ve ben her ne kadar bir ara B2 olsam da (tam 14 sene önce) şu an A2'den başlamak zorunda kaldım. Şu an enstitü kapalı ve dersler üç hafta sonra başlayacak. Biraz geçmiş bilgileri hatırlayabilmek için online bir derse yazıldım. Lucas Kern hocanın adı, her iki günde bir size bir tekst gönderiyor, okumanız ve dinlemeniz gerekiyor. Her şeyin İngilizce çevirisini de veriyor. Zamanın ne kadar önemli olduğunu anlatan bir şeyler göndermiş geçenlerde, onları okuyunca biraz panikledim.
Dün akşam iki belgesel izledim. Bir tanesi 'La terra di orsi' Kamçata bozayılarından bahsediyordu, Doğu Siberya'nın o harika doğasında, ayıların üç yaşından itibaren annelerinden ayrıldıktan sonra nasıl ilk defa avlandıklarını anlatıyordu. Fakat bu belgesel biraz fazla tekrara kaçmış. Sürekli annenin işinin zor olduğunu söyleyip duruyordu, hem çocuklarını kollayacak hem de onlara mama arayacak. Ancak onlar karnını doyuracak ki o da karnını doyursun. Uzun bir kış boyunca mağaralarında uyurken elbette hiçbir şey yemeleri mümkün değil, o yüzden de günde onlarca somon balığı yemek zorundalar ki aç bitap karşılamasınlar baharın gelişini. O kadar güzeller ki. Üç metreye kadar ulaşabiliyormuş boyları, kiloları ise 200 ile 500 kilo arasında yanlış anlamadıysam.
Neyseki dün bir şeyler öğrenme şansım oldu. Yoksa kendimi boş hissettiğim çok oluyor. İzlediğim belgesel Amazon.it'de mevcut. Yönetmenin adı Guillaume Vincent imiş. Müzikleri harikaydı. Bir de dişi annenin hayatının ne kadar zor olduğunu on defa tekrar etmeseydi daha zengin bir içerik sunabilirmiş.
Ayıların hayatını izlemeden önce Uffizi'deki sanat eserlerini anlatan başka bir belgesel izledim. O da gayet bilgilendiriciydi. Yine Amazon.it'de mevcut olan bu belgeselin yönetmeni Alessandro G. A. D'Alessandro. En sevdiğim Rönesans ressamlarından Boticelli'nin tablolarından daha çok bahsetselerdi daha memnun olacaktım. Tabii tüm bir sanat tarihinin panaromasını vermeye çalışan bu belgesel bir noktadan sonra sanki Uffizi'deki odaları hızlı hızlı geçiyor. Yine de güzel, kesinlikle tavsiye ederim. Tam adı: Galleria degli Uffizi.
İşte böyle geçti dün akşam.
Bugün ise nohut pilav, Almanca ve sesli kitaptan Alberto Moravia'yı dinlemenin dışında, bazı yemek tariflerini yıllardır hazırlamakta olduğum deftere yapıştırmakla uğraştım. Bu da bir hayli zaman alan kimi zaman eğlenceli kimi zaman sıkıcı bir iş.
Görünen o ki garip zamanlarda yaşıyoruz. Dilerim ki en kısa zamanda her şey normale döner ve insanlar korkmadan doğaya karışabilirler. Biz de spor amacıyla çıkıp yürüyebiliriz, gezebiliriz fakat amaçsız dışarı çıkıp takılamayız. Evde de amaçsız olmak insana bir lüks gibi geliyor, o yüzden işte, kendime bazı amaçlar belirlemeye çalışıyorum.
1. okunması gereken kitapları okumak
2. yapılması gereken resimleri yapmak (sevdiklerimi)
3. bitmesi gereken işleri bitirmek
4. evin ihtiyaçlarını belirlemek
5. hiçbir şeyi araya vermemek (hiçbir şeyi atmamak, yemek için daha geçerli)
6. her gün yeni bir şey öğrenmek
Bu arada dostlar, arkadaşlar, yıllardır konuşmadığım insanlar arıyorlar. İyiyiz, diyorum ki iyiyiz. Neyseki internet var, o da olmasaydı ne yapacaktık evde kapalı! Eski zamanların insanları gibi az ile yetinmeyi de bilmiyoruz.
PS. Unutmadan son zamanlarda izlediğim diziyi de söyleyeyim, 90'lı yılların dizisi The Nanny. Gayet geyik ve eğlenceli bir dizi. Hoşuma giden tarafı birçok şeyin sanki tiyatrodalarmış gibi yansıtılması. Gayet sevimli! Ama çok izleyince beynim eprimiş bir süngere dönmüyor desem yalan olur.
Yorumlar
Yorum Gönder