Basılmayan hikayelerimi burada yayınlıyorum.
Zincirler ve Filmler
(yayın hakları bana aittir)
Neye inandıysam ona boyun eğdim. Bir kadın olarak öncelikle anneme, kardeşlerime, sonra sevdiğim insana... Onlara hizmet ettim. 10 çocuğun en büyüğü olmanın verdiği bir zincir var bende, görünmez bir zincir ki atmak zor. Marx diyordu zincirlerinizden kurtulun diye, ne mümkün, zincir dediğin şey düzen, zincir dediğin şey nizam, zincir dediğin şey kontrol, zincir dediğin şey senin içine işlemişse ondan kurtulmak ne mümkün!
Kimisi elmas zincirler ister kimisi altın. Kimisi gümüş ister kimisi metal. Ben hepsini taktım boynuma. Zengin bir kocam vardı günümü gün ettim. Hayatımı ancak böyle kurtarabildim. Bizim şehrimiz küçük bir şehirdir. Zenginler ya güzellerle evlenirler ya da zenginlerle. Para parayı çeker derler ya. Bir de para güzelliği çeker, çekmez de koparıp alır. Ama güzelin talihi değişmez. Benim de talihim pek değişti denemez. Mehmet ile evlenişim de böyle işte. Kendisi çok başarılı bir iş adamının oğluydu. Çok zenginlerdi, annem ‘rahat edersin, hem bize de ara sıra para gönderirsin, daha kardeşlerin büyüyecek’ dedi. Mehmet düzgün bir adamdı fakat ailesi beni beğenmiyordu. Ne de olsa kültür farkı vardı. Beni kurslara ve okullara gönderdiler ama çalışmak için değil, ben ısrar ettim diye, bir de modaydı bizim zamanımızda okuyup çalışmamak.
Gel zaman git zaman çocuklarım oldu evde daha çok vakit geçirmeye başladım. Kadınımız da vardı ama evde her şey benden sorulurdu. Bir gün eşimin metresi olduğunu öğrendim, çok üzüldüm, bir yandan da büyük bir yük üzerimden kalkmıştı. Artık muhteşem bir eş olmak zorunda değildim, onun da kusurları vardı. Kayınvalidem, ‘katlan, geçecektir, böyle şeyler olur’ dedi. Halbuki anlamalıydım. Bir gün evden çıktı ve bir daha da dönmedi. Benim üstüme yaptığı iki ev ve bir araba ile kaldım. Çocuklarımın annesisin, sana bakarım, dedi. Gitmemesi için yalvarmadım. Ben yalvarmayı asla öğrenmedim, öğrenemedim. Ne zaman üzülsem bir duvar daha örerim duygularımın mezarının etrafına. Kendimi görmem, göremem, hislerimi dinleyemem, ancak rüyalarımda ağlarım.
Çocuklarımız 17 ve 20 yaşlarındaydı. Nasıl olsa büyüdüler, diye seviniyordum. Onları evlendirmeyi de isterdim elbet. Ben en büyük çocuk olduğumdan ikisinden birine gereğinden fazla yük yüklemek gibi bir hataya düşmek istemedim. Kızım altın kalpliydi, oğlum babası gibi uyanıktı. Kendi işini kurdu, babası da onu destekledi. Kızım ise evlenmek istemedi, ‘sonum senin gibi mi olsun?’ dedi. Ne cevap vereceğimi bilemedim. Ona kızamadım. Yanımda kalmasını istedim ama o sanatla uğraşmayı ve annesinden uzaklaşmayı seçti. Yine de beni hiç ihmal etmedi. Her zaman aradı, yanımda bulundu, ne zaman çağırdıysam geldi, kız çocuk gibisi yok. Ressam olmak istedi, babası destekledi. Mehmet’e çok müteşekkirim, iyi bir eş oldu diyemesem de iyi bir baba oldu.
Çocuklar da gidince kedilere sardım, dokuz tane derken otuz kedim oluvermiş. Hepsine güzelce baktım. Hepsi şahsına münhasırdır ve hepsinin bir ismi vardır. Eski Mısırlılar kedilerini mumyalarmış, şaşar kalırsınız, ben de o Mısırlılar gibiyim. Ne zaman bir kedim ölse kaşımdan bir parçayı kesmek isterim. Canım yanar ama ağlayamam.
Eski eşim bir gün eve ziyarete geldiğinde, kedileri görünce, delirdin sen yine, dedi. Kafamı salladım geçtim. Benim için önemli değildi onun söyledikleri ki bana bu sözleri sarf ettiğinde tam on sene olmuştu çekip gideli.
Annem vefat etti. Annemin ölümünden kırk gün sonra babam bana şöyle dedi: ‘Kızım biz seni evlatlık aldık, annen çok genç yaşta vefat etti. Çok iyi bir insandı, komşumuzdu. Babana güvenemedik, biz bakarız dedik, baban alkolikti, maalesef bu durumu çok da umursamadı. Bir gün kayıplara karıştı. Unutma ki sen bizim kızımızsın. Seni biz büyüttük.’ Ben uzun bir süre kendime gelemedim ama hiç ağlamadım. Annem kimdi? Babamı neredeydi? Beni en büyük olarak aldıkları bu evde, beni sevmişler miydi? Beni sevdiklerini düşünmemiştim ama bana eziyet de etmemişlerdi. Ne de olsa en büyük çocukları olsaydım yine aynı şeyler başıma gelecekti, yine küçük kardeşlerime bakacaktım. Bu hayatta kendim için hiçbir şey yapmamıştım. Neden bilmiyorum, kendimi hiçbir zaman önemsememiştim.
İki evi çocuklara bıraktım. Bu arada kızım evlenmeye karar verdi, o da babası gibi sık sık karar değiştiriyordu, çok sevindim. Ben de ilk defa kendim için bir şey yaptım: bankada biriken parayla bir çiftlik evi aldım. Yediğimiz et et değildi, domateslerde eski tat yoktu, dedim kendi kendime yetiştiririm her şeyi. Çiftlik evinde kayısı ağaçları, erik, elma, dut ağaçları vardı. Hele bir ceviz ağacı vardı ki neredeyse iki yüz yıldır orda. Kedileri de aldım getirdim buraya, hem onlar da doğayla iç içe olacaklardı. İlk defa hayatımda nefes aldığımı hissettim. Doğaya karıştım. Toprakla iç içe yaşıyordum. Gül bahçesi bile yapmıştım. Hayatım boyunca ne elmas yüzükler ne altın zincirler hiçbirinden zerre zevk almamıştım ama gün ışığı pencereme vurunca mutluluktan ölüyordum. Akşamları erkenden yatıyor, sabah saat 5.30’da kediler tarafından uyandırılıyordum. Bahçede tüm gün uğraşıyor, öğle uykusu çekiyor sonra da akşam yemek yapıp tek başıma keyifle yiyordum. Çocuklar beni ziyarete geliyorlardı. Anneanne bile olmuştum. Çocuklarım varken çok kaygılıydım oysa şimdi torunlar bana baldan tatlı geliyorlardı. Yine de gitmelerini de dört gözle bekliyordum. Ben kendimle hiç baş başa kalmamıştım, bu yalnızlığın tadını çıkarıyordum. Bazen Mehmet ile yeni eşi de geliyordu. Yeni eşi düzgün bir hanımdı, bana göre eğitimliydi. Benden güzel olmasa da akıllı bir kadındı. İçimden geçirdiğim oldu, belki de erkenden okulu bitirseydim, erkenden okusaydım çok başarılı olacaktım. Belki kardeşlerime bakmak zorunda kalmasaydım ben de bir işkadını olacaktım. Göğsümü gere gere ayaklarım yere sağlam basarak yürüyecektim. Ev işlerini bilmesem ne olurdu, ne önemi vardı. Doğa için geç kalmamıştım ama insanların kendi elleriyle inşa ettikleri her aydınlık amaç için geç kalmıştım. Bu da benim kaderimdi. Bu da benim zincirimdi. Bu da benim seçimimdi veya değildi, kaderi kim değiştirebilirdi?
Bir gün bahçede çok yorulmuşum, bu bağdan bahçeden uzağa doğru yürümeye başladım. Uzaktan çiftliğe baktım, kedilerim, halılarım, ağaçlarım, bitkilerim, güllerim, temiz havam, gökyüzüm, her şeyim ... bunlar da benim zincirim olmuştu. Artık onlardan kopmam mümkün değildi. Geçenlerde bir kitap okudum, kızım bana bırakmış, anne kesin oku demişti, Sevgi Soysal’In Tante Rosa’sı: Tante Rosa her rutinden sıkılır her şeyi geride bırakır, hayatı istediği gibi yaşar... Ben ise her şey beni bırakıncaya kadar bekledim sonrasında da baktım elime ne geçtiyse onunla yetindim. Hep sabırlıydım, hiç kızmadım. Bunları düşünürken birdenbire ağlama krizine girdim, hıçkıra hıçkıra ağladım. Yalnızlığıma ağlamadım, ağlayamadığım tüm zamanlar içindi bu feryat figan. Yorgun düşmüşüm ağlamaktan, orda başakların arasında, on on beş dakika kadar uzanıverdim. Sonra doğruldum ve çiftliğe tekrar baktım uzaktan. Ben burayı kendi çabamla almamıştım ama kendi emeğimle adam etmiştim. Kimseyle kavga etmemiştim, gidenler gitmişti, ısrar etmemiştim. Annem bile benden koparılmıştı ben doğarken. Nasıl karşı çıkabilirdim kadere? Nasıl zincirlerimden kurtulabilirdim? Kimseye hayır dememiştim, kimseyi kıramamıştım, gözlerimi kapattım, içimden sessizce teşekkür ettim, sahip olduklarım bana yetiyor da artıyordu. Tam o sırada bir rüzgar esti, sırtımda hissettim soğuğu. Çok yorgundum, eve dönmek istedim. Hava kararıyordu, iştahım yoktu, erkenden yattım. Bir daha da kalkmadım. Kimse beni öldürmedi. Ben kendi kendime sessizce sakince öldüm. Kedilerim evde geziniyorlardı. Kızım benim cesedimi bulmuş, torunlarım çok korkmuş, hele en küçük bembeyaz kesildi beni görünce. O kadar üzüldüm ki beni o halde gördüklerine. Bir soğuk taşa yatırıp yıkadılar beni. Kızım ayaklarıma kapanıp ağladı. Mehmet de çok üzgündü, oğlum perişan oldu. Yaradan sıralı ölüm versin, derler. Onlardan evvel vefat ettiğime seviniyorum. Sadece tek uhdedir içimde, kedilerime kim bakacak benden sonra, vasiyet bile yazamadım. Yazmak istedim ama... Gençler ne yapacaklarını bilirler, değil mi?
Gittiğim yerde annemi gördüm, ilk defa, ‘yanıma gel’ der gibi elini salladı. Anne deyip kucağına atılmışım. Küçük bir kız gibiydim onu gördüğümde, yaşımı bile unuttum. Yetmiş iki yaşındaydım ama sanki on iki yaşındaymış gibi hafiftim. Annem bana öyle sıkı sarıldı ki tüm yaralarım kapandı, tüm geçmişim silindi sanki. Bana parmağıyla yeryüzünü gösterdi, çiftlik evini gördüm, torunlarım oynuyor, ağaçtan elmaları koparıyor ve iştahla dişliyorlardı. Kedilerin peşinden koşuyorlardı, kızım ‘biz buraya yerleşelim, ben çocukları doğanın içinde yetiştirmek istiyorum’ dedi. Ağbisi de tamam, nasıl istersen, dedi. Sonra birbirlerine sarılıp ağladılar. Annem dedi ki ‘sakın üzülme, ben de senden ayrıldığımda çok ağladım çok üzüldüm ama bak sonunda yanıma geldin. Her hikâyenin sonu güzeldir, sen o sinemada izlediğin filmlere kanma’ dedi, ‘işte yanımdasın, sanki seni terk ettiğim gün dün gibi, tüm bir hayat bir gün gibi.’
Yorumlar
Yorum Gönder