Ben çok küçükken, ilkokuldayken, okullar kardan tatil olurdu. Kar tatili... yollar kapanır ve buzlanır. Hep kar vardı Kayseri'de kendimi bildim bileli. Şimdi o kadar kar yok. Erciyes'e kaymaya giderdik...
Bu resmi yaparken çocukluğumu ve gençliğimi düşündüm. Kayseri'de geçen o tasalı tasasız günleri...
Ben öğrenirken zorlanmıştım hemen hemen her şeyde olduğu gibi, bir okumayı öğrenmekte bir de Türkçede az zorlandım bir de geomtriyi çabuk kavrardım ama onun dışındaki birçok şeyde öğrenme sıkıntısı yaşadığım söylenebilir. Elbette Felsefe dersini severdim, Coğrafya ve Tarih ezber diye sevmezdim ama onlara da olabildiğince çalışırdım. Matematik zekam 11 yaşında falan bir coştu sonrasında birçok şeyi kavramaya ve çözmeye başladım. Velhasıl kelam, kesinlikle çok hızlı ve zehir gibi bir çocuk değildim. Okula gitmeyi hiç sevmezdim ilkokulda, annem kızardı. Ben bugün uyuyacağım, der ve okuldan kaçardım. Annem benimle ne yapacağını bilemezdi. Onun çaresizliğini ve kızgınlığını hisseder ve onu mutlu etmek isterdim ama okula gitmek istemezdim. Çok içime kapanıktım ilkokulda. Benim için çok zordu bir matematik sorusunun cevabını bilsem bile bu soruya cevap vermek. Diğer tüm çocuklar çok sesli, hızlı, neşeli ve hareketli idi. Ben ise durgundum. Sanki 90 yaşında doğmuştum, sanki içimde yaşlı bir insan vardı. Anneannemin öğretmenler ilgilenmiyor diye beni anaokuluna göndermemesi sanırım böyle bir etki yarattı. Ama hatırlıyorum da anaokulunda bile hemen uyurdum, hiç sorun çıkarmazdım. Tüm hayatım sorun çıkarmamak üzerine kuruluydu. Benim burs ararkenki yahut işyerindeki cadı hallerimi düşününce, diyorum ki nasıl olmuş da açılmışım bu günlere gelmişim. Vur eline al ekmeğini bir tiptim, kendi hakkımı savunmayı bile bilmezdim. Bir arkadaşım çok kurnazdı, defterimi alıp Şahizer ödevini yapmadı dediğinde, ben suspus olmuştum, halbuki o ödevini yapmamıştı. Ama ona yalan söylüyor hocam, diyememiştim. Neden bilmiyorum, hazırcevap ve hızlı değildim.
Sanırım anne babası tarafından sevildiğini hisseden çocuklar belki de sevginin hayatta yeterli olduğunu düşünüyor. Başarı neyime lazım, başarılı olmasam da beni severler, diyor. Oysa bizimkiler ta ki Anadolu Lisesi'ne girene kadar hep kaygılılardı. Teyzem bir taraftan beni çalıştırır, bir yandan biz küçükken on yaşında dersaneye giderdik. Türkçe dersi olsun, matematik dersi olsun alınır. O sınav kazanılacak, işte öyle bir hayat yaşadık. Küçük bir şehirde neden insan geleceği için bu kadar kaygılanır. Annem lisedeyken bile çalışmazsan seni evlendireyim hemen, diye diye gözümü o kadar korkuturdu ki, en sonunda bana 'çalışma kızım yeter artık' demek zorunda kaldı. Boğaziçi'nin kazanınca da çok övündü ama.
Ben beynimin neler yapacağını keşfettiğim zaman kendime geldim. Meğersem bende de bir beyin varmış, dedim. Meğersem okuyorum, anlıyorum, matematik sorularının kompleks olanlarını da birçok kişiye göre hızlıca çözüyorum. Tamam, dedim ortaokulda kendime güvenim geldi. 12 yaşından sonra kendim çalıştım didindim. Ama hep çalışmayı erteler geç saatlere bırakırdım. Çalışmak istemezdim özellikle de sevmediğim derslere. Fakat en sevdiğim şey İngilizcede zayıf olduğum konularda kendimi geliştirmekti. Onu kesinkes yapardım, çok güzel gramer kitaplarımız vardı, İngilizce, herhalde babam ta Amerika'dan getirmiş yahut ablama ait belki de İngiltere'den getirmişler bilmiyorum, onlar bana uzun süre çok büyük destek oldu. Tek başıma olduğumdan (ağbim ve ablam ben küçükken üniversiteye gittiler) çalışmaktan başka da pek yapabileceğim bir şey yoktu. Babam bana meyve soyar getirirdi, geometri sorularımı çözerdi, soruları çözmekte çok inatçıydı, hafızasında bazı şeyler eksik olsa da onu hatırlayıncaya kadar soruya bakar bakar bakar, sonra ben yakalarım yahut o bulur. Babam inatçı bir sorun çözücüydü. Annem de öyleydi, az buz aramadı İngilizce hocamı, 'nasıl hocam? destek alalım mı?' diye. Ben ise utanırdım. Tabii anne baba eğitime bu kadar önem verince insan ister istemez eğitimin çok önemli olduğunu, başarının mühim olduğunu ve geleceğin ancak eğitimden geçtiğini düşünüyor. Babamın veli toplantısına iki dirhem bir çekirdek giyinip gittiğini ve yüzü gülerek döndüğünü asla unutamam. Ne saçmaladım, ne az çalıştım, üzerime düşeni yaptımm, özel derslerin parasını çarçur etmedim, dersleri tekrar ettim. İyi bir görev çocuğu idim.
Şimdi ise iyi bir görev kadını mıyım bilmiyorum ama bazen kendimi çok yalnız ve de yorgun hissediyorum .Yıllardır akademideyim. Herkese ışığım dokundu, makale yazdım, tartıştım, toparladım, projelerin yönetilmesine ve yazılmasına yardımcı oldum. Hiçbir işverenime bana yanlış yapmadığı takdirde saygısızlık yapmadım. Her zaman dürüst çalıştım, dürüst kazandım. Kimsenin projesini fikrini çalmadım. Kimsenin ayağına çelme takmadım. Başkalarından yardım istedim, kimi zaman bu yardımı aldım, kimi zaman alamadım ama yine de bir şekilde alınteri nedir bildim. Bana dostlarım yardımcı oldu, iş arkadaşlarım, zamanında birlikte olduğum insanlar, kariyerimi desteklediler çok şükür. Peki bugün neden bu yorgunluk.
Bazen aklıma bu fikirler gelir... aklıma geçmiş gelir. Geçmişi düşününce kendimi yorgun hissederim. Neden hala olmak istediğim yerde değilim? Neden emeğimi kimse takdir etmiyor, diye düşünür dururum. Halbuki tabii ki takdir ediliyor, edilmez olur mu? Fikir danışanlar olsun, uluslararası komitelere davet edenler olsun, tanımadığım dergilerde hakemlik yapmak olsun, tanınanlar da dahil bu hakemlik işine, olmuyor değil oluyor. Ama işte bir yılgınlık var.
Halbuki doğamda karı sevmek, dağı sevmek vardır, tırmanmayı yüzme kadar severim. Kısa bacaklarımla yükseklere tırmanırken (tamamen fiziken söylüyorum bunu) hızlıyımdır, ivmeliyimdir. Eskiden kısa mesafe koşmuşluğum da var. Engelleri severim, yarışı severim, becerikli olmayı severim, birinci olmasam da ikinci olmayı ve kendimi kanıtlamayı severim. Ama işte nedense bu ocak ayında bende bir durgunluk var. Hep resim yapasım var, halbuki işim resim yapmak olsa ondan da sıkılırım eminim.
Bazen böyle başlayıp da bitiremediğim işleri elime alırken bile zorlanıyorum, her şey gözümde büyüyor. Oysaki üşenmem de gözümde büyümez de... ama böyle olmaya başladı son zamanlarda. Gözümde büyüyor, oysaki bir başlasam bir el atsam bir devam etsem tamam bitecek. Bu atalet işte tam da Oblomov'un ataleti, tam da hatta Sabahattin Ali'nin İçimizdeki Şeytan kitabında bahsettiği atalet. İçimizdeki şeytan aslında bu iradesizlik, bu erteleme, bu umursamama....
Bazen işte böyle okula gidesim gelmiyor, sıcak bir yatakta yatayım kitaplarımı okuyayım, sonrasında da bir Erciyes resmi çizeyim. Bazı bazı kuş resmi yahut kedi resimleri... sonrasında bir gül bir çiçek zaman böyle geçsin. Kimse benden hesap sormasın. Yeniden çocuk olayım. İşte böyle... Erciyes bana bunları hatırlattı.
Annem de çok severdi Erciyes'i. Ben de son zamanlarda baktıkça baktıkça, her seferinde Kayseri'ye gittikçe, bu dağın bulutların üzerinden yükselişine hayran kalıyorum. Sanki etekleri tüm Anadolu'ya yayılmış zarif bir kadın gibi öyle bembeyaz. Şekli şemali de çok güzel, şehre verdiği anlam da cabası. Gel gör ki işte her taraf beton, insan üzülmeden edemiyor. Yazın Kayseri yanıyor. Bir şehir planlamacısı falan şu işe el atamaz mıydı? Güzelim Talas ve güzelim Kayseri beton olmayaydı.
Her şeye rağmen nasıl İstanbul'u yok edemediler, Kayseri de aynı, birinde boğaz diğerinde Erciyes, yine doğanın harikaları herkesi büyülüyor. Ama yetmez, şehrin de güzel olması ve yaşanabilir olması lazım.
Neyse konuyu değiştirdim. Yine işte çalışmamak için bak bu bloğu yazarken buldum kendimi, okula gitmeme psikolojisi bu, okulu ve işi anlamama sevmeme ve hayatımızın devamında kazanmamız gereken paranın tek takdir edildiğimiz şeymiş gibi olması, kendimizden başka bizi takdir eden insanın az olması, akademinin yollarının taşlı olması, herkesin bir kurnazlıkla yolunu bulduğu bu ortamda hep düz ayak basmak hep dürüstlük beklemek... yorulmamak elde değil. Ama yola devam, babamın şu geometri sorularını çözmekteki inatçılığını, annemin ise bitmek bilmeyen çalışma enerjisini birleştirince ortaya bir keçi çıkıyor, keçi kurnaz tilkiyi de atlatır, kurnaz kargayı da... Eninde sonunda!
sevgiyle geçsin bu haftasonu!
Yorumlar
Yorum Gönder